içinde

ESKİ ZAMAN MİMOZALARI..

İlkokul ve orta okul yıllarında, yeni bir seneye başlarken en mutlu olduğum, en heyecanlandığım anlar sene başında, o dönemin kitaplarını aldığım zamanlardı..

Büyük bir keyifle sayfaları karıştırır, o yıl göreceğimiz üniteleri ağır ağır, keyfini çıkarta çıkarta incelerdim..

En sevdiğim, büyük bir merak ve mutlulukla incelediğim ders kitabı Tarihti.. İlk çağlar.. On binlerce yıl süren devirler.. Yontma taş devri, Cilalı taş devri, maden devri.. Büyük göçler.. Orta Asya.. Mezopotamya.. Anadolu uygarlıkları.. Keşifler çağı.. Kitabın sayfaları içinde kaybederdim kendimi..

Sonra Coğrafya.. En sevdiğim derslerden biri daha.. Yeryüzü, kıtalar, denizler, ülkeler.. Yüzey şekilleri.. Dağlar, tepeler, ovalar, vadiler, platolar, göller, iç denizler.. Toprak katmanları.. 

Ve elbette Atlaslar.. Tarih Atlası, Coğrafya Atlası.. İçine düşer kaybolurdum.. Kimseler çekip alamazdı beni.. Haritalardaki renkler, yeşil bölgeler, sarı renklerle gösterilen yüksek düzlükler, giderek koyulaşan kahverengiyle işaretlenen dağlar.. Yalnız, coğrafi haritalara bayılırdım bayılmasına da -her nedense- siyasi haritalardan hiç haz etmezdim.. Sınırlar, çizgiler, hatlar anlamsız ve yapay gelirdi bana.. Ülkelerin ve hatta aynı ülkeye ait şehirlerin sınırlarla, çizgilerle ayrılıyor olması anlamlı gelmezdi..

Ders kitapları yazı ağırlıklıydı, benim eğitim gördüğüm yıllarda.. Her şey uzun uzun anlatılır, tarif edilirdi.. Görsellik ikinci planda kalırdı.. E, öyle olduğunda da anlatılanları kafanda canlandırma, kendine göre yorumlama, şekillendirme, sahnelendirme, yeniden kurgulama, abartma imkanın olurdu.. 

Çizgi romanlar okurduk, o yıllarda, mesela.. Anamız babamız pek haz etmez, onlara alışıp da okumaktan uzaklaşırız kaygısıyla “Bırak onları da derslerine bak!..” diye kızarlardı..

Ne var ki, o yılların çizgi romanlarında bile, evet elbette görsellik ağır basmakla birlikte, çizgilerde olağanüstü detaycılık hakimdi.. Ve bu anlamda her karede çok yoğun bir anlatım mevcuttu.. Örneğin Zagor-Te-Nay yancısı Çiko’yla (karamba ve karambita) bir kentten diğerine -yürüyerek- giderken geçtikleri arazilerdeki dağlar taşlar veya ormanlardaki ağaçlar, neredeyse her yaprağına kadar ince ince ayrıntılı bir biçimde çizilmiş olurdu..

Yani, netice itibariyle sözün, yazının egemen olduğu yıllardan geçerek geldim bugünlere ben ve benim gibiler.. O nedenle konuşmayı, anlatmayı severim.. Anlatmaktan daha çok sevdiğim şey ise anlatılanı dinlemektir.. 

Geçen zaman zarfında belki yavaş yavaş, belki de bir yerde aniden, birden her şey değişiverdi.. Görsellik yazıyı yendi.. Şimdilerde, ders kitaplarını incelerken, bir lunaparkta dolaşıyor gibi hissediyor kendini insan.. Eski dingin, sakin, alçak bir sesle -uhuletle suhuletle- anlatma yöntemi uçup gitmiş.. Bugünlerin Kitaplarının sayfalarında dolaşırken, Amerikanvari bir tarzda hızlı hızlı, lafları sözleri cümleleri ağzında yuvarlayarak konuşan bir radyo programcısını dinliyor gibi bir his gelip çörekleniyor içine insanın.. 

Bu tarz, giderek her şeye bulaştı.. Örneğin, benim okul yıllarımda yazılı sınavlarda 4 ya da 5 soru sorulurdu.. Bizler de uzun uzun yazar, anlatır, sınav sonrasında arkadaşlarla “Arkalı önlü 2 sayfa yazdım” filan diye konuşurduk.. Arkalı önlü 2 sayfa mı?.. Yuh!.. 

Sonraları test yöntemi geldi.. Kimsenin fazla zamanı yoktu.. Sınav saati kısa, soru sayısı fazlaydı.. Sana bir soru soruluyor ve yanıtı isteniyordu.. “Kısa kes arkadaşım.. Uzatma, çabuk söyle: a mı, b mi, c mi, d mi?.. 

Bu hareket-baskın tarza çizgi romanlar bile uydu.. Önceleri paşa paşa, edepli terbiyeli bir biçimde yan yana sıralanmış kare ya da dikdörtgen kutucuklar halindeydi çizgi romanlar.. Sonraki yıllarda kare kutucuklar gitti, yerine yandaki sahneye elini, kolunu, bacağını uzatan saldırgan üçgen kutucuklar gelip istila etti o güzelim çizgi romanları.. 

Yapacak bir şey yok.. Bu da böyle bir devir demek ki..

E tabii, kaçınılmaz olarak, filmler de çağa uydu.. Evvelden akıp giden, bir öykü anlatan, söyleyecek bir sözü olan filmlerde “aksiyon sahneleri” olurdu.. Eleştirmenler film hakkında değerlendirme yaparken “Aksiyon sahneleri büyüleyici..” filan derlerdi.. Bu eleştirileri okuyan bizler de sinemaya gittiğimizde filme hayran olur, aksiyon sahnelerinde heyecanlanır, finaldeki mutlu ya da çarpıcı sonu izlediğimizde de 7. sanata olan inancımız ve bağlılığımız daha da artmış bir şekilde evlerimize dağılırdık.. 

Sonraları yeni, yepyeni bir tür olarak aksiyon filmleri çıktı.. Osturuktan bir hikayesi olan, baştan sona kaç, kovala, vur, döv, atla, hopla, durduğun yerde durma, oturma, dinlenme, götün yer görmesin türü filmler.. Ne anlattığının önemi yok.. Yeter ki aksiyon olsun.. 

E tamam, iyi, güzel, aksiyon olsun olmasına da.. Bu aksiyon işi de bir tür uyuşturucu gibi be kardeşim.. Bir yerden sonra bünye alışıyor, hep aynı dozu aldığında “Amaan.. Ne sıkıcı filmdi be abi.. Uyuşuk uyuşuk..” demeye başlıyor insan.. Hani bir porno filmini ilk izlediğinde duvarlara tırmanırsın, ama üçten beşten sonra “Hep misyoner, hep misyoner.. Bu ne be abi?..” dersin ya?.. Hah, işte onun gibi..  

E o zaman da -çaresiz- giderek “aksiyonun” dozu arttırmak gerekiyor.. Daha azı kesmiyor çünkü.. 

Ne var ki, buradaki açmaz da şu: Koca uçaktan paraşütsüz atlayıp havada süzülerek seni kurtarmaya gelmiş olan daha aşağı irtifada sinsice uçmakta olan diğer uçağa giriş yapıp alkışı aldın, eyvallah.. Zaten şu aksiyonu sergileyen oyuncuya aldığı alkış anasının sütü gibi helaldir, aferin.. de.. Bundan sonraki filmde, bunu aşacak bir aksiyonu nereden bulacaksın, neyi nasıl icra edeceksin?.. Yaa, işte sorun burada..

Sorun, aynı savandaki ceylanların en hastasını, en zayıfını, en yavaşını avlayarak karnını o gün için doyuran çitanın, sürünün kalan kısmındaki en sağlıklı, en güçlü, en hızlı ceylanları avlamakta zorlanacağı için -aslında- kendini açlığa mahkum ediyor olması gibi bir şey..

Geçen gün bir paylaşım gördüm sosyal medyada.. Bugün hangi filmi izleyelim diye sormuş ve cevabın yine kendisi vermiş: Uzay kovboyları..

Soru güzel, güzel olmasına da yanıta bakar mısın be abi?..

Uzay kovboyları nedir arkadaş?..

Ulan hiç olmazsa “China Town” diyeydin, “Kanunun kuvveti” (French Connection) diyeydin be deyyus!..

Bak asabım bozuldu, tansiyonum fırladı yine.. 

Cık, cık, cık, cık..

Bir cevap yazın

GIPHY Uygulama Anahtarı Ayarlanmadı. Lütfen Kontrol Edin

  1. Akşam akşam çocukluğuma götürdün beni.Teşekkür ederim.Üniversiteyi kazana bir abimiz bir poşet tommiks-teksas vermişti sabaha kadar okuyup bitereceğim diye gözlerim kan çanağına dönmüştü.Rahmetli babaannem cahildi ben ona ders çalışıyorum demiştim oda bana dualar etmişti allah zihin açıklığı versin oğluma diye..(Yüreğine sağlık

  2. Ağzında piposu, “Milyonlarca batik gemi adina” – “100 bin firtina adina bahse girerimki” .. gibi tabirlerle cümlesine başlayıp, “Karakış fırtınası, idam Kaçkını, Halı tüccarı, turta kalıbı, ayyaş, başıbozuk, insan yiyen, acur, ölü gömücü..” gibi sözüm ona kendine özgü “küfürleri” ile cümlesini bitirmesi ile meşhur viski düşkünü kaptan Haddock…
    Kendisi sayesinde küfür etmeden küfür edebilmeyi öğrenmişizdir, selam olsun..
    Bir de Dupond ve Dupont kardeşler var ? Bıyıkları kıvrık olan-duponttu yanlış hatırlamıyorsam- kardeşinin dediği her cümleden sonra dahasıda var deyip öyle alakasız bir şey söylerdi ki gülmekten ölürdüm resmen..
    Öyle içimize işlemiş ki Üstat, arada hatırlayıp iç çekiyorum, çok özlüyorum ogünleri..
    Bak , Bir bölümde aya gidip geri dönüş yolunda, uzay mekiğine yanlışlıkla giren Dupont ve dupond yüzünden ortamda yeterli oksijen kalmamış, ölümle burun buruna gelmişlerdi karakterler. dupond ve dupont suçluluk ve ölüm korkusu ile ağlamaya başlarlar. Kaptan haddock ise piposu ve her zamanki üslubuyla ağlamayı bırakın biraz dik durun manasında azarlar onları. Tam o sırada merkezden radyo bağlantısıyla moral vermek için radyo yayını vereceğiz diye ses duyulur. Bunu duyan haddock ikiliye dönüp gördünüz mü hala hayattayız, kendinize gelin diye çemkirir, sonra da radyodan gelen ses: “sıradaki eser brüksel senfoni orkestrasından -ölmeden önce- isimli parça”. Haddock un o anki yüz ifadesi hala bugün gibi aklımda ?
    Okuduğum gün bile aklımda..

  3. Dilsizleştik, dinsizleştik, hissizleştik; kimliğimizi kaybettik. Merhameti, vicdanı, samimiyeti… Hayattan ıtrah edip, hepsini lügate hapsettik. Bencilleştik, diğerkamlığın tadını kaybettik. Robot insanlardan çok daha önce insan robotlar yetiştirdik. Bireysel ve/ya toplumsal planda, başımıza bir felaket geldiği zaman, kendi ellerimizle yaptıklarımız yüzünden deyip de, kendimizle yüzleşemedik. Yüzümüzü ak tutmak yerine, yüzümüzün karasını gizleyecek türlü türlü maskeler ürettik. En son “sosyal mesafe” sloganı ile ürettiğimiz maskeyle de sosyalliğin her türlüsüne “mesafe” getirdik. Zannımca toplum mühendisliğinin artık sonuna gelinmiştir. Birkaç yıl sonra, beyinleri kitap kokusunu, elleri kalem tutuşunu unutmuş; boşa geçen zamanlarını boş zamanım yok diyerek harcamış tablet telefon bebelerimiz büyüyecek; ve insan hamuru kıvamına gelecek. Artık kim ne şekil vermek istiyorsa o şekilde olacaklar. Mis kokulu, bahar müjdecisi “Eski zaman mimozaları” yerine, kerih kokulu, karakış nebatları türeyecek. (Temas ettiğin konuyla doğrudan bir ilgisi olmasa da muhakeme silsilem beni buraya getirdi. Kusuruma bakma…Seni burada görmek, kaleminden çıkan her bir harfle gözleri şereflendirmek büyük bir mutluluktur benim için. Sevgi ve saygılarımla…)