70 yılının başlarından itibaren buluğ çağının bana düşen kısmını iyi kötü tatmağa başlamıştım.. Rahmetli babam da bu konuda benimle ilk ve tek konuşmasını biraz zorlanarak evin misafir odasında yapmıştı.. Anneme, girmemize çok nadir izin verilen, genelde içinde soba yakılmadığı için soğuk, ruhen aramızda mesafe olan misafir odasının kapısını dışarıdan çekip kapatmasını ve bizi bir süreliğine yalnız bırakmasını iletmiş sonra konuya pek de nasıl başlayacağını muhtemelen bilemeden bir şeyler anlatmıştı.
Zor iş insanın çocuğuyla konuşması, ya da benden önceki nesiller bunu pek beceremiyorlardı diye düşünüyorum.. Konuşmayı vücudum kaskatı, ellerim yumruk şeklinde öfkeyle sıkılmış olarak dinledim..
Zavallı babam cinsel değişimi yarı bilimsel yarı sevecenlikle bana bir ders gibi iletmeye çabalarken bugün geriye baktığımda o gün konuşma sırasında ikimizin de debelendiğini görüyorum..
Kollarım, bacaklarım uzuyor, küçüklüğümden itibaren zayıf (olan) vücudum zayıflığını korusa da değişmeler gösteriyor, burnumun tam ortasında alay eder gibi tek bir sivilce beliriyordu.
Algılamam da farklılaşıyor, gömüldüğü iç dünyasıyla artık yetinmeyip kafasını kaldırıp dış dünya olaylarını kokularıyla da içine çekip yerleştiren, onları ilgiyle ve merakla izleyen bir gence evriliyordum..
İçinde yer aldığım yaş grubunun mahalledeki üyeleri de benimle az çok aynı durumdaydılar.. Çizgi romanla çevrili gözüken dünyamıza günlük gazeteler iyice sokulmaya başlıyor, baş sayfalardaki toplumsal olaylar ve siyaset haberleri zihnimize bir şekilde girmeyi başarıyorlardı..
Tabii ki insan buluğ çağına pat diye atlamıyor, dış dünyanın ve her türlü değişimin vücuda ve ruha yansımasıdır buluğ çağı.. Dışarıda olaylar ve hayatlar üzerine yeni hikayeler oluşurken senin ilgin bu devasa alana yöneliyor. Yavaş yavaş uzayan ve gelişen uzuvlarınla bu dünyaya önce seyirci, sonra yorumcu olarak katılıyorsun ileride belki sorumluluk üstlenmek üzere.
Ve biraz da sinir..
Sokağımızın evlerinin duvarları, bahçe önleri, çim ve toprak alanların üstü artık dünya olaylarıyla oldukça ilgili, ben yaşta yorumcularla doluydu.. Erkeklerin sakalları hafif hafif çıkıyor, jiletle kazıdıkça daha gür çıkar cümlesine sıkı sıkı sarılanlar her gün ayna karşısında bu uygulamayı yapıyor, genç kızlar ise henüz gelişen göğüslerinin 68 hareketinin yarattığı özgürlük rüzgarını arkalarına alan mahallenin ablalarının göğüslerinin seviyesine ulaşıp ulaşamayacağını kontrol ediyorlardı..
Neleri konuşurduk ? diye zihnimi zorladığımda öylesine ilginç ve farklı konulara daldığımızı görüyorum ki bunun adı küçüklerin bilgiye açlığının ve olaylara karşı merakının büyümesiydi..
Futbol ve oyunlar dışında birbirimizle gerçek sohbetler yapmağa başlıyorduk..
Film çıkışlarında filmin çeşitli bölümlerini birbirimize ballandıra ballandıra, heyecanla anlatırdık.. Deneylerde kullanılan ve yok edilen hayvanlar hakkında üzüntümüzü birbirimize aktarır, filmlerdeki güzel kızları tekrar tekrar dile getirirdik..
Kızıltoprak KENT Sineması’nda üç dört filmini seyrettiğimiz tarihsel seri ANJELİK’te başrolü oynayan MICHELE MERCIER aşık olunmayacak gibi değildi.. KOVBOY filmleri ne olursa olsun vazgeçilmezimizdi.. Bilhassa iki oyuncu, kartal burunlu LEE VAN CLEEF ile boynundaki fularıyla CLINT EASTWOOD’ a hayranlığımız sonsuz gibiydi ve yaşantımız boyunca onları hiç unutmayacaktık.. Devam eden oyunlarımıza birbirimize kısık gözlerle bakıp onları yad ediyorduk..
Aslında sokağımız ve mahallemizi sonsuzluk hissimizin merkezleri olarak algıladık.. Oralarda hiçbir şey asla değişmeyecek gibiydi..
Binaların çoğu 50’lerin sonu ve 60’ların ilk yıllarında dikilmiş olup ilk gençliklerini yaşıyorlardı, tıpkı bizler gibi.. Hemen hepsinin bir bahçesi vardı. Sokağımıza ağaç diken bir sakin sürekli dua alıyor, yeşilliğin ve ağaçların gölgesi altında soluklanan herkesten ona, o her kimse, güzel dilekler gönderiliyordu..
O ağaçlar öylesine huzur veriyordu ki mahallemizin sütçüsü de günün yükünü azaltmak için kısa süreliğine sırtını, kalın gövdelerine dayayarak yorgunluğunu giderir, zerzevatçı MAZLUM Amca koca ayaklarını lastik pabucundan çıkartıp gözlerini kapatıp kuş seslerini dinlerdi..
70 yılında, orta ve lise tedrisatı veren özel okul sınavlarına katıldım. Alman Lisesi sınavı için babamla vapura binip Karaköy’e geçip okula gitmeden önce iskelenin köşesindeki büfeden bir bardak vişne suyu içmiş, dönüşte de babam bana RED KİT’in SÜVARİ ALAYI macerasının cildini satın almıştı (İyi ki görsel hafızam var)..
Sınavlar zordu, girmeden önceki ve sınavlardan sonraki neticeyi bekleme sürelerinin heyecanı fazlaydı.. Alman Lisesi sınavında hafıza gücümüzü değerlendiren şekil ve Almanca karşılıkları bölümü dikkatimi çekmişti..
Geleceğimiz belirleniyordu.. Hepsine ön kayıt yaptırıyor ve bekliyorduk.. Alman Lisesi, Saint George Lisesi ve Kadıköy Saint-Joseph Lisesi.. Aynı günlerde iki okuldan yedekten kazandığım haberi gelince babamın da okuduğu Saint-Joseph Lisesi’ne asıl kaydı yaptırmağa karar verdik..
Yeni okul elbiseleri, gri yün bir hırka, ayakkabı, vs. Sonra kitaplar.. Bambaşka bir dünyaya adım atıyordum.. Şaşkınlığım okulun bahçesinden girip inanılmaz bir heybete sahip binayı görünce korkuya dönüştü. Kim bilir gece yarısı nasıl bir his verirdi..
Heykelinin önündeki küçücük havuzda kırmızı Japon balıkları yüzen Saint-Joseph ise o korkuyu sanki emip bizlere, “benim olduğum yerde sükunet var“ der gibiydi..
Derslerin Fransızca olanları çok zor geliyordu bana.. Hele matematik, fizik derslerinin Fransızca olması beni epey zorluyordu..
Yıllar önce aynı okulu bitirmiş babam anılarına dayanarak okulumun disiplin gerektirdiğini ancak çok sıkı çalışırsam ilerde okulu bitirmemin mümkün olacağını söylüyordu.. Annem gençliğinde öğrendiği yarım yamalak Fransızcasına rağmen derslerimi kontrol ediyor, benimle okuma çalışmaları yapıyor, babam da fen derslerindeki tıkanıklığımı gidermek için evde bana zaman ayırıyordu..
Haftalık karne veriliyordu, ilk hafta 47 kişilik sınıfta 45’inci oldum.. Süklüm püklüm karneyi eve götürdüğümde annem baygınlık geçirdi, “yok, yok, bu okulu yapamayacak” cümlesi çaresizlik doluydu, babam piposunu düşünceli düşünceli karıştırıyordu, babaannem ve dedem “hadi oğlum, biraz gayret” diyerek tansiyonu düşürmeye çalıştılar..
İkinci hafta 12’nciliğe yerleşince annem ayıldı ve “işte benim oğlum” diye bana övgüler yağdırdı..
İki yıl hazırlık, sonra orta ve lise bölümü olmak üzere toplam sekiz yıllık okul maceram böylece başlamış oldu..
60’lı yılların sonunda babam çalıştığı SHELL Petrol Şirketi tarafından kısa bir süreliğine İngiltere’ye gönderilmişti.. Döndüğünde, ilk kucaklaşmalardan sonra benim sinemaya ilgimi iyi bildiğinden o ülkede , Londra’da gördüğü ve çok beğendiği bir filmden bahsetmek ihtiyacını duydu.. Film kısa süre sonra vizyona girdi ve Kadıköy’de ki EFES Sineması’nda daha sonra bir anlamda idolüm olacak WANG YU adlı Koreli sanatçının KOLSUZ KAHRAMAN adlı duygusallığı ve sertliği aynı ölçüde başarılı samuray filmini seyrettim..
Her zamanki gibi dedem ve babaannem eşliğinde girdiğim salondan coşkuyla çıktım..
Kılıç darbeleri ve bilumum kesici aletle vücutlardan çıkan kanın sanki fıskiyeden çıkan su gibi bir görüntüde olması aklımı başımdan almıştı.. Ve tuhaf bir şiirsellik vardı bu kan deryasında..
Şımarık kızın kılıç darbesiyle bir kolu omuz başından kesilen karakter daha sonra biz seyircilerin her defasında alkışlarına maruz kalıyordu..
Seri devam etti ve bizleri sevinçten deliye döndürdü. WANG YU samuray filmlerinden karate filmlerine geçti.. Son bombası TEK KOLLU BOKSÖR’ü ise 1975 yılında seyredecektim..
Arkadaşlarla oyunlarımız sürerken silahlarımız arasına – en azından benimkilerin – samuray kılıcı da giriyor, dedemin tahtadan iki parça olarak yaptığı , tahtasını cilaladığı harika kılıç belimde gururla sallanıyordu..
(HÜSNÜ ÇORUK)
Bir de kitap okunan günlerin bir kahramanları vardı. Onlardan biri
Bekliyorum
Öyle bir zamanda gel ki
Vazgeçmek mümkün olmasın
. . . . .. . . . .. …. ORHAN VELİ
36 YIL’A SIĞAN OKYANUS ….1914 – #14KASIM1950
….
“Beni güzel hatırla
Dizlerimde uyuduğunu düşün
Saçını okşadığımı üşüyen ellerini ısıttığımı
Mutlu olduğun anları getir gözünün önüne
Anlından öptüğüm dakikaları
Birazdan kapını çalan kişi olabileceğini düşün
Şaşırtmayı severim biliyorsun
Bu da sana son sürprizim olsun
Şimdi seninle yaşanan günleri ateşe veriyorum
Beni güzel hatırla
GİDİYORUM … “
Ahh..
???
Blues Brothers filmini ilk kez o Kent sinemasinda izlemistim. Daha sonra VHS kasedi cikinca ustune 500 kere daha izlemistim. Sinemada izledigimde sanarim 9 yasindaydim inan ki hala hatirlatim o anlari. O fiim benim ilk 10 icinde olmustur her daim.
Efsanedir o film @deliziya hocam..
Ben de çok severim..
?????