içinde

Arka koltuk…

Samandağlı bir arkadaşımın anlattıkları…

Beş ay kadar önce düğünlerine gitmiştik. Yıllardır birlikte gidip gezeceğiz, tepsi kebabı, künefe falan yiyip Harbiye şelalesine ayağımızı sokacağız; akşamına da babasının yaptığı incir boğmasıyla kafayı çekerken saz çalacağız gibi bir fantezimiz vardı; yaptık hepsini. Bahsettiğim dostum iki yıl kadar ev arkadaşlığı yaptı bize, daha doğrusu onu üçüncü evladımız gibi benimseyip evimizde misafir ettik. Sırdaşımız yoldaşımız oldu, acısı acımız, neşesi neşemiz oldu. Eşiyle tanışma süreci, evlilik kararı vs hep cesaretlendirdigimiz desteklediğimiz süreçlerdi. Bu çıtı piti hanım kızımız Samandağlı, bizim oğlan Defneli… dediğim gibi çok da güzel bir şekilde düğünlerini yaptılar, bizi memleketlerinde ağırladılar,  akşamında Suriye sınırındaki bir köyde konuk ettiler(ismini çıkaramadım şimdi)… aklımda kalan bitişik nizam evlerin oluşturduğu koca bir yapı, dama çıkan merdivenlerin örümcek ağı gibi birbirlerine girmesi, damdan dama birbirlerinin evlerine yol olması, ortak avlular ve yoğun anason kokusu… “pandemide sokağa çıkmadan yirmi kapı geziyorduk biz!” diyorlar… sabahinda incir toplamaya götürdüler, topladığımdan fazlasını yemiştim! Bahcenin az ilerisinde görülen tepeler Suriyeymiş. Nasılda samimi insanlar anlatamam. Her gittiğimiz yerde sıcacık karşılandık, birçok yeni dost kazandik. Her neyse, bu değildi anlatacağım. 

Bizim oğlanın babasını sekizinci, anasını onuncu saat abisi çıkarıyor enkazdan -sağ salim- çok şükür. Subaşı mahallesi komple yok olmuş neredeyse. Tek katlı ev… damına da üstünkörü briketle bir göz oda çıkmışlar. Bizimki gittiğinde falan orda kalıyor. Bitişiğinde ahirlari ve bir inekle buzağısı var. Ahır yıkılırken duvari dışa doğru devrilince inekle buzagisi cikabilmisler rahatça dışarı. Buna da şükür… o dama yaptıkları garip yapı olmasa belki hiç yikilmayacakmis evleri; kim bilir… mahallede birçok kayıp veriyorlar akrabalarından komşularından; aralarında minicik bebeler de var. Tarifsiz… 

İkinci günün gece yarısı tam bir kaos hakim. Elektrik yok, su yok, yemek yok… Can pazarı… yardıma gidebilen birkaç sivil toplum örgütü gönüllüleri, sağ çıkan mahalle sakinleri şaşkın şaşkın oradan oraya koşuşturuyorlar. Civar illerden de gelinemiyor ki; onlar da aynı durumda! Cep telefonları çekmiyor, İnternet çökmüş, haberleşme yok gibi. Ilceler arası yollar insan seli, beş dakikalık yolu saatlerce geçebilme imkanı yok. Şehre gelen yollardan da haberleri yok ki; bilmiyorlar tünel çökmüş, viyadük hasar görmüş. Panikle kaçmaya çalışan, yardıma gelmeye uğraşan, itfaiyesinden tut, ambulansına, polis jandarma arabasından, iş makinelerine-kamyonlarına, zaten hasar görmüş yolları felç ediyorlar.

Aşırı soğuk, karanlık, ağıtlar feryatlar; yanlarında boş gözlerle bakinan gönüllüler…

Samandağda bizim oğlanın eşinin yengesi… dayısı tırcı; kim bilir nerede? İlk depremde yıkılan evinin molozlarinda gece yarısı ulaşıyor annesi, teyzesi ve kuzenine… komsularindan kalanlarla, birkaç gönüllüyle birlikte aletsiz edavatsiz, tırnaklarıyla kaza kaza çıkarıyorlar. Ablamız normalde, yanında biri hafif elini kesse gördüğü kandan bayılıyor… açık yaraya bakamıyor bile; o derece… işte bu ablamız anasının patlayarak gözü dışına çıkmış naaşına sarılıyor, yaşlı teyzesinin yanına kendi yaşıtı kuzenini de ekliyor. Ekliyor da bunları biryerlere teslim etmek gerekiyor değil mi? Ama nereye? Evi yok ki evin önüne alsınlar, kimseye de ulaşamıyorlar tabii gelsin cenazeleri alsınlar. Ulaşsalar da kim gelecek o an, herkes çılgınlar gibi. O kargaşada ortada da bırakmak istemiyor haliyle. Bulduğu battaniye, yorgan, çaput ne varsa yarım yamalak sarıyor cenazeleri. Bir Ford panelvanlari var evin önünde duran. Komşularının yardımıyla arka koltuğa sıralıyor hepsini. Hepsinin acısı var ama durmak olmaz, konu komşu çekiliyor hemen diğer enkazlara. Kalıyor mu moloz yığını önünde arabanın içindeki anası, teyzesi, kuzeniyle… ee ne olacak şimdi? Bari diyor gidip muhtara söyleyeyim, alsınlar bir morga, hastaneye, camiye ne bileyim biryerlere götürsünler diyor. Fakat ne muhtarı ne de köyün cenaze işlerine bakan adamları bulamıyor. Herkes her yerde! İş başa düşünce kendini toparlayıp arabayı çalıştırıyor. Hastaneye, morga teslim edecek. Ne mümkün! Gece yarısından günün sabahına kadar cenazeleri teslim edebileceği ne bir hastaneye ne de başka bir yere ulaşamıyor. Ne bir polise ne hocaya ne jandarmaya derdini anlatamıyor. Sabaha kadar dolanıp duruyor arabayla. 

Sabahinda bizim oğlanın eşine -nasıl oluyorsa- ulaşıyor…

“…hiçbirine değil, …. yaşlılar zaten… **** ‘ye yanıyorum….”

“…Yenge? … Ne oldu? … Kim? …” 

“Öldüler…hepsi öldü…” diyor ablamız bizim kıza;

“burda yanımdalar… arabada…”

Tam bu esnada hat düşüp telefon kesiliyor, birkaç dakika sonra tekrar aradığında kızımız şokta oldugundan annesi açıyor telefonu, diyor ki: 

“Kız sen o filanca filmdeki gibi cesetleri arabaya oturttun?!” 

O anda telefonun diğer ucundan akıllara zarar histerik bir kahkaha çınlıyor. 

Bu kahkaha neşeden değil, mutluluktan, zevkten veya coşkudan değil a dostlar… 

Bu kahkaha, çaresizliğin kahkahası; umutsuzluğun, acının, öfkenin, patlamanın…

Bu kahkaha, biz tükendik demek, daha da iflah olmam demek… 

Bu… Bu… bunlar öldü kurtuldu; biz hergün- her an öleceğiz demek… 

Bu kahkaha, Allahaşkına yaşadığınız anın kıymetini artık anlayın, uyanın, silkelenin, kendinize gelin demek… 

Bir cevap yazın

GIPHY Uygulama Anahtarı Ayarlanmadı. Lütfen Kontrol Edin