içinde

Endüstri 4.0

Hayırlı cumalar arkadaşlar…

anlatmaya devam edeyim mi? efenim? gerek yok mu? ?? valla kusura bakmayın, anlatcam:))

Kısım 2

İşçi temsilcileri sekreterliğe geldiklerinde asık suratlı bir kadınla karşılaştılar. Belini tutarak doğrulmaya çalışan Leyla Hanım ‘‘çocuklar toplantı salonuna geçelim’’ diyerek gençleri yönlendirdi. Çavuşun dinlenme odası ve muhasebe odası yan yanaydı. Kapısı açık olan odadan sigara dumanları yoğunlaşarak koridora süzülüyor puslu bir koridor oluşturuyordu. Zemindeki kalitesiz halı işçilerin giydikleri önlüklerle aynı renkteydi, koyu mavi. Duvarların en son ne zaman boyandığını kestirmek güçtü zira toz ve sigara dumanından kül rengine dönmüştü. Sanki eskiden krem rengiymiş gibi… Uzun koridorun duvarlarını düzensizce asılmış -oldukça zevksiz olduklarını söylemeliyim- koca koca tozlu çerçevelerle, gelen geçeni tepeden tırnağa süzer gibi poz vermiş olan Ömer Faruk Bey’in ve haşmetli babasının, paşa dedesinin resimleri süslüyordu. Ömer Faruk hazretleri, ziyaretine gelen ahbaplarına paşa dedesinin portesinin bir İtalyan ressam tarafından çizildiğini anlatırdı. Palavra! Babasını gösterirken ise hep sürgün padişahla yakınlığından söz eder, ilginç bir şekilde böbürlenerek kendisine pay çıkartırdı. Ne oluyorsa artık. Üç kuşak Asilzade yan yana sıralanmıştı anlayacağınız. Sercan Bey ne zaman bu resimlerin önünden geçse, sırıtarak büyük dedesine, saygıyla dedesine ve anlaşılmaz bir öfkeyle babasına bakar; bir adım geriye atıp hepsini birden incelediğinde de kendisi dahil hiçbirinin birbirlerine en ufak bir benzerlik taşımadığını düşünürdü. Haklıydı… Bilmeyen birisi bu dört kuşak iş bilir soylunun resimlerini görse, asla akraba olduklarını düşünemezdi. Sercan Bey hiç tanıma fırsatı bulamadığı, belki de babasının şişinerek anlatımlarından etkilendiğinden dedesine oldukça sevgi-saygı besler, bütün bu varsıllığın kaynağı olarak onu görürdü. Gene haklıydı… Ne de olsa babası iş bilmez, aklı uçkurunda, sefa pezevengi mirasyedinin tekiydi. Haklılık payı olabilir! Dedesinin sürgün padişahla yakınlığı hikayesini o kadar dinlemişti ki, onun saray-siyaset ilişki yumağıyla İngiliz ticaret ağını geliştirerek yol aldığına adı gibi emindi. Bu kahrolası tekstil işinin temelleri ta o zamanlardan atılmıştı. Tozlu koridor duvarlarında asılı tek tük Türk Bayraklarının yanında İngiliz Bayraklarının da yer alması bu sebepten olsa gerekti. Zaten bu -sürgün padişah hikayeleri- doğru olmasa, muhtemelen paşa dedesi Almanlarla iş birliği kurar ve bugün tekstil değil krom işi yapıyor olurlardı. O da daha da çekilmezdi herhalde, buna da şükürdü… Her ne kadar patavatsız, iş bilmez olarak görse de babası Ömer Faruk efendinin de Adalet Partisi’nde oldukça sayılan bir kişi olduğunu, köşkte Süleyman Demirel’le çekilen fotoğraflarının da toplantı salonunun duvarlarını donattığını ekleyelim. Sercan babasının kendisiyle ilgili anlattıklarına hiç itibar etmezdi; bunlar olsa olsa başbakanın sanayicilerle yaptığı olağan toplu görüşmelerde, para yedirdiği gazetecilerce çekilen fotoğraflar olsa gerekti. Gene de Asilzade Tekstil aile şirketinin devletten aldığı hatırı sayılır ihaleler olduğunu ve bunun Ömer Faruk Bey zamanlarında gerçekleştiğini yadsıyamayız. Küçücük dikiş atölyesi olmuştu kocaman Asilzade Tekstil Fabrikası. Şimdi dümene dördüncü kuşak Asilzade geçmiş ve bu müthiş parlayan yıldızı imparatorluğa yükseltme hülyası içindeydiler. Çark dönmeye devam ediyordu. Durmadan…

Leyla Hanım hafif aksak önden yürüyor, temsilciler emin fakat yavaş adımlarla onu takip ediyorlardı. Muhasebeci önlerinden geçerken seslendi Leyla Hanım’a, ‘‘Sercan Bey’e çeki hatırlatır mısın Leyla; o talimatı hallediversin bir zahmet.’’ İçerisi dumandan görünmeyen odadan bıkmış, bezmiş tok bir ses gelmişti. Adamın tok ama hafif çatlamış sesi işinde oldukça tecrübeli, emeklilik yaşını epey aşmış ve şirket hiyerarşisinde oldukça yukarılarda olduğu izlenimini vermişti. Sansar yürüyüşlü çavuşun odası kapalıydı. Büyük ihtimalle şu anda bazı kısım şefleriyle, yukarıya çıkan işçi temsilcilerini çekiştiriyordu. Toplantı salonunun kapısının yanında saçma bir duvar halısı üzerinde Asilzade Tekstil yazıyordu. Günay ve arkadaşları toplantı salonuna geçerlerken, Leyla Hanım Sercan Bey’e haber vermek için geri döndü. Muhasebe önünde duraklayıp içeriye ‘‘hallediyorum’’ diye seslendi. Yaşlı kadın ağır aksak yürümeye devam ederken masasındaki telefonun zırıldamasıyla adımlarını hızlandırdı. Telefon üçüncü defa çalmadan ahize kalkmıştı; ‘‘Asilzade Tekstil buyurun…’’

İbrahim geniş pencere önünde durmuş dışarıyı izlerken, diğerleri salonun ortasındaki dikdörtgen toplantı masasına oturmuşlardı. Fazlaca büyük olduğunu söyleyemeyeceğimiz toplantı salonunun bir köşesinde patronun makamı ve önündeki iki deri koltuk göze çarpıyordu. Hemen yanında ayaklı bir abajur, masa üzerinde ikili bir bayrak takımı, odanın maun mobilyalarına hiç uymayan bir cam sehpa, makam koltuğu arkasında kabartmalı deri bir pano ve düzensizce yerleştirilmiş birkaç saçma sapan bibloyla, büyüklü küçüklü resim çerçeveleri odayı doldurmuştu. Göz yorucu, rahatsız edici odanın tek güzel tarafı açılmayan pencerelerden az da olsa görünebilen Beykoz Sahili ve eşsiz boğaz manzarasıydı. İbrahim de camın önünde dikilmiş uzaktan geçen bir feribotu takip ediyordu. Eşlik eden martıların seslerini dinler gibi bir hali vardı, duyulamasa da…

Abdullah dişlerini sıkarak kısık sesle ama net bir şekilde diğerlerine ‘‘geri adım atmak yok arkadaşlar’’ diye uyardı, ‘‘hakkımız olanı alıyoruz.’’ Kızgın ve kavgacı bir mizacı vardı Abdullah’ın, diğerlerinden yaşça oldukça büyüktü. Ekibin doğal lideri konumundaydı. Kadir başıyla onayladı, ‘‘sallayalım burayı!’’ Kadir ekibin sevimli yüzü, neşe kaynağı ve en genciydi. Mesai sırasında konuşmaları dahi yasak olan işçileri ne yapıp eder, muzipliğiyle güldürmeyi başarırdı. Sarı saçları, renkli gözleri ve cılız yapısıyla küçük bir çocuk gibiydi diğerlerinin yanında. Herkesin üzerine titrediği, kolladığı bir çocuk. Günay yanında oturduğu Kadir’in saçlarını karıştırıp gülerek ‘‘salla bakalım!’’ dedi; ‘‘iyice salla ama, ta Ankara’dan duyulsun!’’ Kadir’in bunun üzerine ‘‘yok, Bodrum’dan duyulsa yeter!’’ demesiyle gülüşmeye başladılar. İbrahim de gülerek gelip masaya oturdu, yumruklar sıkılarak patron beklenilmeye başlandı; görülecek hesaplar vardı…

Sercan Bey’i sıkıntı basmıştı. Ceketini ve iyice gevşettiği kravatını söküp koltuğa fırlatır gibi attı. İçindeki sıkıntıya bir anlam veremiyordu. Bitmiş sigara paketini buruşturup, masasının üzerindeki deri kaplı gümüş tabakasından bir puro çekip aldı. Amerika günlerinde alışmıştı bu namussuza; elinde şöyle bir çevirip baş kısmını keseceği giyotine bakındı, tabakanın üzerinde duruyordu. Özenle kesip yaktı, derin bir nefes çekti ateş pahası meşhur Küba purosundan. Dumanla beraber sırtına yüklendiği dünyanın yükünü kenara atıvermiş gibi hissetti. Bakışlarındaki belirsizlik daha net ve anlaşılır hale gelmişti. Büyük bir haz duyuyordu elindeki puroyu inceleyerek dumana boğulmaktan. Arkasına yaslanarak gözlerini tavanda dönüp duran pervaneye dikti, yüzünde anlamsız bir sırıtma belirmişti. Ne çok iş vardı, nasıl da büyük bir sorumluluğu vardı, hayatı boyunca neleri başarmıştı. Sahip olduklarını, olmak istediklerini düşünmeye başladığı anda masanın köşesindeki telefon çalmaya başladı. Ağır hareketlerle doğrularak ahizeyi ‘‘evet?’’ diyerek açtı. Canı gene sıkılmıştı.

‘‘Ömer Faruk Bey hatta Sercan Bey.’’

‘‘Ooo, bağla hemen bağla! Bekletmeyelim haşmetmeapı!’’

‘‘Bağlıyorum, işçi temsilcileri de bekliyor bilginiz olsun Sercan Bey…’’ diyerek görüşmeyi aktardı Leyla Hanım…

‘‘Bak hala işçi diyor ya! Bağlasana be kadın şu telefonu! Alo! …Alo!’’

‘‘Ne bağırıyorsun oğlum kadıncağıza, sakin ol biraz’’ diye söze girdi Ömer Faruk Bey. Öteki ahizeyi kıracak gibi sıkmış bağırmaya devam ediyordu, ‘‘Alooo!’’

Ömer Faruk Bey tekrarladı: ‘‘Alo, Sercan… Gelmiyor mu sesim? İyi dinle beni…’’

Sercan o anda telefonu çarparak kapatmayı düşündü ama yapmadı, ‘‘Ooo peder bey! Günaydınlar efendim…’’ diye söze girerken sesindeki öfkeli tınıdan eser kalmamıştı. Her zaman yaptığı gibi dalga geçiyordu, ‘‘sağlık ve afiyettesinizdir inşallah; Sibel Hanım nasıllar?’’

Ömer Faruk Bey, tok ve üstenci bir sesle bastırdı: ‘‘bırak zevzekliği şimdi, söyleyeceklerim var sana.’’ Bir an duraksamıştı Sibel Hanım ismini duyunca; yutkunduğunu fark eden Sercan sırıtıyordu o an. ‘‘Emredin Bey babacığım o halde, nasıl yardımcı olabilirim size? Lüks yatınız mı arıza yaptı?’’

‘‘Beni dinle… Bırak şimdi… İşçi temsilcileriyle görüşecekmişsin?’’ yutkunma sırası Sercan Beydeydi. ‘‘Görüşme! … İptal et…’’ diye devam etti. Bir anlık duraksamadan sonra Sercan lafını kesti, ‘‘maşallah her şeyden de haberdarız ha!’’ derken sesini yükseltmiş ve gözünü kapıya dikmişti; Leyla Hanım’ın kapı önünde kulak kabarttığını düşünerek. Haklıydı!

‘‘Başka?’’ dedi, ‘‘başka ne yapmamı emredersiniz?’’

‘‘Bana bak! Görüşmeyeceksin dedim; hemen atla buraya gel! Acilen konuşmamız lazım, sonrasında kiminle istiyorsan konuşursun…’’ diye bastırdı Sercan’ın yılışık konuşmasını Ömer Faruk Bey. Sercan Bey ciddileşmeye başladı, ‘‘paşa babacığım. Siz düşünmeyin artık böyle şeyleri, hallediyorum ben. Balığın tadını çıkarın…’’ dedi ve ekledi: ‘‘cici annem Sibel’in de…’’

Ömer Faruk Bey gizlemediği öfkesiyle bağırdı: ‘‘Bok hallediyorsun! Hiçbir boktan haberin yok senin! Getirtme beni oraya! Hemen bugün çık yola!’’

‘‘Tamam Ömer Faruk hazretleri tamam. Sinirlenme yahu bu kadar, hapların yanında mı? Geliriz tamam… ‘’ sözleriyle daha da kızdırmaya başlıyordu ki duraksadı ve ekledi: ‘‘bizim de kendimize göre yöntemlerimiz var elbet…’’

Ömer Faruk Bey az durularak, ‘‘Sercan, bilmediğin şeyler var. Her şey değişiyor evlat; inat etme çık gel bir konuşalım… Gene bildiğini yaparsın’’ derken gömleğinin cebinden dil altı hapını çıkarıyordu. ‘‘…geliyorsun değil mi?’’ diye tekrarladığı sorusuna şu cevabı alıyordu:

‘‘Aah Bey baba ah! Sen emredersin de ben yapmaz mıyım? Bu akşam derhal yola düşüyorum, sen hiç endişelenme. Ama şimdi kapatmam lazım bir toplantım var; yarın görüşürüz tamam?’’

Sercan bey gömleğini düzelterek doğruldu, kristal kül tablasında söndürdüğü purosunu hevesle aldı, söndürdüğü kısmı özenle giyotininde keserek yaktığında bürosundan çıkmıştı. Bankosunun ardından endişeli gözlerle kendisini takip eden Leyla Hanım’a hiç bakmadan yanından ağır adımlarla geçti. Büyük dedesinin resmi önünden geçerken sinirli bir ifadeyle sesli güldü, Ömer Faruk Bey’in tablosu önünde durdu, elini babasının başına koydu, purosundan şevkle bir nefes çekip dumanını suratına üflerken ‘‘senin de bilmediğin çok şey var hazreti Ömer Faruk; senin de bilmediğin çok şey var’’ dedi ve ekledi: ‘‘bizim de kendi yöntemlerimiz var elbet…’’

Tablonun önünden ayrılmadan sekretere döndü, sesini bilinçli olarak hafifçe yükseltirken yüzünden şeytani bir gölge geçiyordu:

‘‘Bana emniyet müdürünü bağlayın Leyla Hanım…’’

…     

*** DEVAM EDİYOR ***

Bir cevap yazın

GIPHY Uygulama Anahtarı Ayarlanmadı. Lütfen Kontrol Edin

  1. Vay annesini sayın okuyucular..
    Olaylar hızla ilerlemeye, işler sarpa sarmaya başladı ya, dur bakalım..
    Bu Sercan denen adam -bir şekilde- işletmenin de kendi başını da belaya sokacak ama, dur bakalım nasıl..

    Valla başkalarını bilmem, ama ben çok beğendim, yoldaş..
    Gayet güzel gidiyor..
    Hatta biraz fazla güzel..

    Dünkü bölümü okuduktan sonra nasılsa aklıma geldi, şöyle bir düşündüm de..
    Sen “Kıyamet Sonrası” türünde yazılar yazmayı hem seviyor, hem de sağlamına beceriyorsun..
    “Seyyar Mavi Çay Ocağı” bir kişisel kıyamet sonrasını anlatıyordu, örneğin..
    “Göç” ise, toplumsal bir kıyametin ardını..
    Galiba henüz Mustafa Memiş’te olduğumuz vakitlerdeyken yazmış olduğun bir kısa öykü vardı, bilim-kurgu türünde..
    Uzun(!!!???) yıllar sonrasındaki bir küresel çöküşün ardındaki umutsuz zamanlarda ayakta kalma çabalarını anlatan..

    Ama,
    Bu işin sırrı böyledir zaten..
    Bir şekilde, büyük bir güvenle çıkarsın yola,
    Kendinden emin, lakin aslında şaşkaloz adımlarla gitmekte olduğun güzergahta,
    bir vakit sonra, olan bitende bir garabet olduğunu fark etmeye başlarsın..
    Hükmedenin sen olmadığını -ilk anda- pek fark edemesen de bir gariplik vardır ortada..
    Gidişattan en emin olman gereken anlarda, bir şeylerin “ters” gitmekte olduğunu hissedersin..

    Senin egemenlik yeteneklerinin dışında bir şeyler gelişmektedir..
    Çünkü, hakimiyet sende değildir, aslında..
    Bir vakit sonra sen yola değil,
    Yolculuk sana hükmetmeye başlamıştır..

    Değişirsin..
    Dönüşürsün..
    Bambaşka biri olup çıkarsın..
    …..
    …..

    Fikrimi merak ediyor musun bilmem.
    Sen sormadan söylemiş olayım:
    “Ulan aferin!..”

    Yanaklarından öpüyorum kardeşim,
    Sevgi’yle..

    (Sevgi’ye, “Kızım az dur..
    Haydi ben arkadaşıyım, tamam da, elin adamını sen niye öpüyorsun, manyak mısın?..” diyorum,
    dinlemiyor,
    “Bana ne?.. Öpücem!..” diyor..)

    ?????