içinde

Endüstri 4.0

Mırıldanmaya devam edelim bakalım; hikayemiz devam etsin… Hayat gibi… Nerede başlar bu yol? Nereye gider? Belki bir gün çözeriz; ne dersiniz a dostlar?

Tekrar başın sağ olsun, güzel insan Ali Rıza kardeşim…

Kısım 3

 Sercan Bey elinde yanmakta olan purosuyla toplantı salonuna girdiğinde işçi temsilcileri gülüşmeyi kestiler. Buz gibi bir ifadeyle başlar kapıya çevrilmişti. Hiçbiri doğrulmamıştı bile, kaşlar çatıldı. Sercan masaya yanaşana kadar hiçbirine bakmamıştı bile. Sonuçta hepsi koyu mavi önlük giymiş işçi müsveddeleriydi, hepsi aynı değil miydi? … Pişkince purosundan bir nefes daha alıp masanın yanında ayakta durarak ‘‘hoş geldiniz arkadaşlar’’ derken sırıtarak yüzünü döndü. Bu anı yaşayacağını bilse muhtemelen az önce babasının söylediklerine riayet ederdi. Nihayet Günay’la göz gözeydi. Sırıtması yüzünde dondu, yutkundu ve hafif sendeleyerek Günay’ın tam karşısına denk gelen sandalyesine oturdu. Bu görüşmeyi hiç de böyle planlamıştı. Planlamış mıydı ki? Avuç içlerinin terlediğini hissetti, sırtında bir ürpertiyle tekrar ‘‘e… evet arkadaşlar, hoş geldiniz’’ diyebildi sadece. Sesindeki titremeyi kendisi de fark etmiş fakat engelleyememişti. Son günlerde oldukça dikkat kesildiği fakat hakkında en ufak bir şey bilmediği kadın tam karşısındaydı ve kendisine sert gözleriyle bakıyordu. ‘‘Siz?’’ diye ağzının içinden bir şeyler çıkacak gibi oldu, toparladı hemen. Kimse duymamıştı. Gözlerindeki ifade ‘‘siz burada ne arıyorsunuz’’ der gibiydi ve Günay’ın kocaman kömür karası gözlerinden ayrılamıyordu. Diğerleri söze başlayabilmek için Sercan Bey’in giriş yapmasını sabırsızlıkla bekliyorlar gibiydi ve birbirlerine kilitlenmiş gözleri fark etmişlerdi. Günay uzaktan göründüğünden çok daha güzel görünüyordu. Koyu mavi önlüğün birisine bu kadar yakışabileceği hiç aklına gelmezdi. Aynı renkteki eşarp, gür ve dalgalı siyah saçları sıkı sıkıya örtmeye yetmemişti; iri gözlerinin önüne dökülüyorlardı. Upuzun kirpikleri kocaman gözlerinden çıkan kıvılcımları andıran oklar gibiydi. Kalemle çizilmişçesine kaşları, minik şekilli burnu, dolgun dudakları ve kuğuları kıskandıracak boynuyla; altın gibi parlayan bronz teniyle, önlüğün gizleyemediği iri göğüsleri ve dik omuz başlarıyla tanrıça gibi görünmüştü Sercan Bey’e. Kalp atışlarını kontrol etmeye çalışırken hayatında bu kadar güçsüz hissetmediğini düşündü. Sağ bacağı titriyor ve durduramıyordu. Camdan odaya süzülen güneş, sanki sadece Günay’a vuruyor ve ışıl ışıl parlatıyordu bu yaldızlı güzelliği…             

Günay, kundura işçisi Halil’in büyük kızıydı. Halil, şu meşhur tarihi Beykoz Kundura Fabrikası’nda çalışıyordu. En azından bu son dönemlerde çalışıyordu; bir işyerinde uzun süreli çalışamama gibi bir talihsizliği vardı diyelim. Haksızlığa birçoğu gibi tahammül edemeyen, bu uğurda hayatı boyunca mücadele etmek zorunda kalan Halil’in en büyük destekçisi -her zaman- kızı Günay oluyordu. Onun çocukluğu, babasının; patronlarıyla, karısıyla, mahalledeki zabıtalarla, hemen diplerinde inşaat yapan müteahhitle kavgalarını izleyerek geçmişti. Öfkesi sadece kızıyla oturup konuşmaya başladığı anlarda diniyordu. Fırtınalı denizlerde yol alıp güvenli bir limanın dingin sularına demir atan gemi misali. O liman, Halil için kızı Günay’dı. Ne zaman işten erken gelse -gene- bir şeyler olduğu hemen anlaşılır ve huysuz bir kadın olan annesi, ‘‘gene ne haltlar karıştırdın kim bilir! Sen kurtaracaksın ya memleketi…’’ diye bağırarak söylenmeye başlardı. Sıklıkla yaşanan bu diyaloğu araya giren Günay önce soğutur; sonra babasının elinden çekiştirerek evlerinin arkasındaki baraka atölyesine götürür, saatlerce onu dinlerdi. Açıkçası babasının işsiz dönemlerini -daha fazla zaman geçirebildikleri için- sevdiğini söylersek abartmış olmayız. Günay’ın sınıf farkındalığı burada baba-kız yapılan uzun sohbetlerle ortaya çıkmış ve pekişmişti. Bu atölye fikrinin de Günay’dan çıktığını belirtelim. Böylece babasının işsiz kaldığı dönemlerde ayakkabı tamiri yaparak geçimlerini sağlamasına ve kendisinin de fikirsel gelişimine pratikte olanak sağlamıştı. İki küçük kardeşi daha vardı ve onların eğitiminde Günay’ın yoğun etkisi olduğu ortadaydı. Küçük yaştan itibaren tüm sıkıntılara müdahil olması ve fikirlerini benimsetebilmesi, onu evin doğal lideri haline getirmişti. Yetişkin bir kadın haline geldiğinde ise ailesinin tüm ihtiyaçları onun eline bakıyordu. Gerçi öncesinde de -babasının cezaevi günlerinde- bu sorumluluğu tek başına üstlendiğini söylemekte fayda var. Baba Halil, birkaç defa kısa süreli de olsa mahkûmiyet ve sıklıkla karakolluk olduğu kavgalar sonucu nezarethane geceleri yaşamıştı. Sığınağı ise tekrarlamak gerekirse Günay’dı. Yıllar süren deri işçiliği, maruz kaldığı kimyasallar ve belki az da olsa hapishane günleri ciğerlerinde onarılmaz hastalıklara neden olmuş; evvelden beri musallat olan şeker hastalığıyla birlikte oldukça güçsüz bırakmıştı bu inatçı, kavgacı adamı. Tabii ki kabullenmiyordu bu durumu… 

Annesi Nebiye, mahallenin Nebiye teyzesi ise kendinden başka pek bir şey düşünmeyen bir kadındı. Düşünmeye fırsat bulamamıştı belki. Çocuk yaşta evlendiği kocasının peşinde sürüklenmekten ya da onun sıkıntıları üzerinde tasalanmaktan başka ne düşünebilirdi ki? Geçim sıkıntısı çok da yaşadıkları söylenemezdi zira Halil elinden her iş gelen, çalışmaktan yılmayan bir adamdı. Evine bakıyordu bir şekilde. Genellikle hak ararken elindekinden de olan kocası asla boş durmaz ekmeğini taştan çıkarmaya devam ederdi. Günay doğduktan kısa bir süre sonra Halil, bir buçuk sene kadar cezaevinde yatmış bu onların en uzun ayrı kaldıkları süre olmuştu. Bu zaman dilimini kundaklı bebeğiyle baba evinde geçiren Nebiye; başına kalkılan yardımlar ve türlü hakaretlere katlanmış, Halil’in çıkmasıyla evine, anasını-babasını bir daha görmemek üzere dönmüştü. Nedendir bilinmez; yıllar içerisinde kocasının kendisine sunduğu hayatın dışında sadece ahiret hayatı üzerinde yoğunlaşmıştı. Her şeyi buna göre planlıyor, ölçüyor, tartıyor ve yaşıyordu. Sosyal çevresi de doğal olarak bu paralelde gelişiyor, hayat görüşü bu şekilde biçimleniyordu. Elinden düşürmediği dini yayınlara göre kocası çok büyük gaflet içindeydi ve en büyük problemlerinin de kaynağı buydu. Mahallenin hocasına göre de öyleydi; kim aksini iddia edebilirdi ki? Buna rağmen çoğu zaman bu açmazları kendi içinde yaşamaya devam eder, diğerlerine ilişmemeyi seçerdi. Günay on yaşına geldiğinde bir kızları daha oldu; iki yıl sonra ise bir oğulları… Daha da dünyevi hayattan kopmaya başlaması bu günlere rastlıyordu. Giderek huysuzlaşmaya başlaması da… Bu aralar yatağından pek çıkamıyor, kalktığı zamanlarda biraz Kur’an-ı Kerim okuyor, başucuna koyup dualar ederek geri yatıyordu. Bu dünya ve bilhassa kocası Halil ne de günahkarlardı; nasıl da iflah olmazlardı. Allahtan kızı Günay’ı, mahalleden komşusu; hocayla sohbet toplantılarından arkadaşı olan Kibar Hanım’a emanet etmişti. Kadın koca fabrikada şefti sonuçta. Ne de iyi bir kadındı; Allah ondan razı olsundu…    

Günay böyle bir aile yapısının ve dönemin zorlu koşullarının şekillendirdiği karakter yapısıyla sorumluluklar edinmiş, çoktandır farkında olduğu sınıf bilincinin etkisiyle de sosyal çevresinde öne çıkan bir figür haline gelmişti. Henüz sadece yirmi üç, yirmi dördündeydi. Fakat taşıdığı, yaşından çok öte olgunluk, yüzüne-ifadesine vuruyordu. Eğitim hayatını kendi iradesiyle sonlandırmış, ailesinin geçimini üstlenmişti. Bunu yaparken tabii ki feda ettiği bir çocukluğu veya gençliği olabilirdi ama ne önemi vardı ki? Birçok duyguyu hiç tatmamıştı, eksikliğini de duymuyordu. En azından kendisi öyle sanıyordu. Kardeşlerini okutmak istiyordu; onlara kol kanat germek en önemli misyonuymuş gibi.

Babadan aldığı -haksızlığa karşı olma- duruşu; genel sorumlu karakteriyle harmanlandığında -kısa bir süredir burada çalışıyor olmasına rağmen- Asilzade Tekstil Fabrikasında işçi haklarının önde gelen savunucusu durumuna getirmişti onu. Tabii bunda fabrikanın genel yönetim şeklinin de etkili olduğunu söyleyebiliriz. Maruz kalınan muameleler -taş olsa çatlar- denilebilecek türde olunca taş da çatlıyor haliyle. Yeri gelmişken belirtelim; bu kötü muamele ya da buna verilen tepkiler, en bulaşıcı hastalıktan daha bulaşıcıdır. Şöyle ki: dünyanın en ücra köşesinde bir yerlerde zalimce bir uygulama var ise; bu zulmü anında taklit eden başka bir zalim ortaya çıkar. O kazanıyorsa ben de kazanabilirim! Aynı şekilde bu zulme verilen tepki de diğer taraftakiyle aynı mantıktadır. O savunabiliyorsa ben de savunabilirim! Şiddeti, şekli farklılıklar gösterebilir ama etki-tepki ilişkisi değişmez ve çok hızlı bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Şili’de bir fabrikada işçiler on iki saat çalışmak zorunda bırakılıyorsa, buradaki bir fabrika da -mal bulmuş mağribi gibi- bunu uygulamaya geçiriverir. Şili’ dekiler tepki verir; sonra buradakiler. Sonrasında ise doğal olarak, bu haksız uygulamayı yapanlar da birleşir; haksızlığa uğrayanlar da. Örgütsel yapıların işlevselliği de çatışması da burada başlar. Bu sebeple hikayemizin Asilzade Tekstil Fabrikası’nda başlamadığı aşikâr değil mi? O halde dönemin dünyasına bir göz atarak hikâyeye giriş yapmamız daha doğru olacak ama öncelikle toplantı salonundaki sahneyi tamamlayalım.

Sercan bey henüz yaşadığı gerilimin etkisini üzerinden atamamış, karşısında oturan işçi temsilcilerinin öfkeli soran gözlerine temas edememişti. Odada sanki sadece Günay vardı, kendisi bile yoktu. Diğerleri durumun ilginçliğinin farkına varmışlardı. Bu esnada odanın diğer köşesindeki masadaki telefonun çalmaya başlamasıyla Sercan Bey’in yüzüne soğuk su çarpması bir oldu. Az önce tasarladığı fikri şu anda çok saçma gelmişti. Ne gereksiz bir şov olduğunu düşündü. Fakat üstündeki gerilimin az da olsa azaldığını hissetti ve ağır hareketlerle telefona doğru yöneldi. O kalkarken, İbrahim öfkeli gözlerle takip ediyor, Kadir sırıtarak Günay’a gözleriyle ‘‘hayırdır?’’ anlamında bir işaret; Günay ise Abdullah’a dönmüş şaşkınca ‘‘ne bileyim’’ der gibi jest yapıyordu. Sercan Bey ahizeyi kaldırmadan bir düğmeye basarak -sesi dışarı vererek- açtı telefonu. Leyla Hanım’dı ve ‘‘emniyet müdürünü bağlıyorum Sercan Bey’’ diyerek yanıt beklemeden aktardı görüşmeyi. Odadakiler de bunu duymuş ve kulak kabartmışlardı tabii. Sercan Bey’in kurgusu aslında tam da buydu ama pişman olmuş gibi ahizeyi kaldırdı. Sırtı ter içinde kalmıştı, avuçlarının sırılsıklam olduğunu hissetti. Gerçekten ne gerek vardı ki böyle bir gösteriye? Ama yapacak bir şey yoktu artık, sessizce konuşmaya çalıştı: ‘‘…evet efendim… halinizi sormak için aramıştım… evet… yok… çalışmalarınızı hayranlıkla takip ediyoruz efendim… yok, sıkıntı yok… çok şükür… evet Bodrum’da… baş üstüne efendim… kesinlikle! … ilk fırsatta cemiyete… tabii… şubeye de ziyaretinize geleceğim inşallah… yok yok, gerçekten… bir şey olursa tabii ki… saygılar efendim… hürmetler…’’

Tam olarak istediği şekilde olmasa da bu görüşmenin etkisi olmuştu toplantının devamına. İşçi temsilcileri bunu açıkça tehdit olarak almış ve daha da kararlı bir duruş sergilemeye başlamışlardı. Ne de olsa günün genel geçer davranış biçimiydi; baskıya, otoriteye her nerede olursa olsun, ne şekilde olursa olsun karşı durma pratiği… Sercan Bey’in yüzünde mahcubiyete benzer garip bir yüz ifadesi oluşmuş, kendisini oldukça güçsüz hissetmişti tekrar. Günay’ı karşısında bulduğu andaki gerilim yerini endişeye, babasının sözlerine bırakmıştı. Neydi acaba bilmediği şeyler, ne değişiyordu? Keşke bir bahane uydurup görüşmese miydi? Nasıl da dik dik bakıyordu bunlar… Altı üstü dört gariban işçi parçası değil miydi yahu bu karşısına çıkanlar? Amele takımı… Ayak takımı… Her zaman yapması öğretileni yapacaktı, hepsi bu. Ezip geçecekti hepsini. Masaya tekrar oturana kadar geçen kısacık anda, içindeki fırtınaları bastırabilmişti. En azından öyle sanıyordu. Hafif bir zorlama tebessümle ‘‘evet, sizi dinliyorum’’ dedi yerine otururken. Önündeki not defterine uzandı, kalemlikten bir tükenmez kalem alıp kontrol etti yazıp yazmadığını. Yukarıdan bakışı, yüzünü tekrar karşısındakilere çevirdiğinde gördüğü Günay’ın sert bakışı olmasa daha fazla sürdürebilirdi.

İlk sözü alan Abdullah: ‘‘insan gibi şartlarda çalışmayı talep ediyoruz! Bu en doğal hakkımız!’’ diye bir çıkış yaptı, sesi istemsizce yükselmişti. Bir an tüm gözler ona döndü; Sercan Bey’inkiler hariç. O, önce Günay’a bir süzdü, sonra not defterine dönerken sakince yanıtladı: ‘‘tabii ki hakkınız; bizde onu en iyi şekilde sağlıyoruz, neden böyle söylediniz anlayamadım. İsminiz neydi bu arada?’’

‘‘Abdullah… Siz buna insan gibi şartlar mı diyorsunuz? Aşağısı bin derece! Cehennem!’’

Sercan Bey not defterine -Abdullah- diye yazarken soğuk bir ifadeyle ‘‘maalesef havalandırmaları kaldıramayan bir elektrik dağıtımı var. Sorun bizden değil, elektrik dağıtımından yani. Bunu düzeltmek için çalıştığımızdan emin olabilirsiniz…’’ dedi ve ekledi: ‘‘yakında düzelir, biz de pişiyoruz burada…’’

Kadir sözünü kesip ‘‘tabii on beş saat kalırsanız…’’ diye iğneleyici bir çıkış yapıyordu ki Abdullah kaşlarını çatarak bir jestle onu susturdu. ‘‘Bu sorunu ivedilikle çözeceğinizi umuyoruz; ilk talebimiz budur.’’

Sercan Bey başıyla onayladı. Gözleri halen kaçamak bakışlarla Günay’a kayıyordu. Adını öğrenebileceğim birazdan diye geçirdi içinden. Soğuk bir bakışla tekrar Abdullah’a döndü; anlaşılan sözcüleri bu at hırsızı diye düşündü, ‘‘evet, başka?’’ diye sordu.     

Abdullah tok bir sesle, yazılı bir metin okurmuşçasına ezberden konuşuyordu: ‘‘iş güvenliği ve iş güvencesi istiyoruz! Her gün başka bir arkadaşımız kazalardan yaralanıyorlar. Ne doğru dürüst koruyucu malzeme var ne de ekipman…’’

Başını kaldırmadan not alarak ‘‘ilgilenilecek…’’ diye cevapladı Sercan Bey ve -ulan, altı üstü dikiş dikiyoruz- diye de iç geçirmedi değil. -Bu kız ne zaman konuşacak acaba? Bu ne istese veririm- diye de geçirmiş olabilir…

İbrahim, Abdullah’tan gözleriyle onay alarak sözü aldı: ‘‘yıkamada, boyamada kimyasalla, asitle, hipoyla çalışan arkadaşlara acilen koruyucu kıyafetler lazım. Gidin sorun, yarısının ciğerleri sönmüş. Üstüne iş yetişmiyor bahanesiyle fazla çalıştırılıyoruz…’’ dedi ve ekledi: ‘‘beş kişinin işini bir kişiye yüklüyorsunuz, eksik varsa eleman alın; yoksa neden biz on iki, on üç saat çalışıyoruz?’’

Günay bu esnada İbrahim’i izlerken şöyle düşünüyordu: -babam neden bu İbrahim’i gözüm fazla tutmadı, dikkat et buna dedi ki? Neyini gördü acaba, gayet namuslu bir arkadaş. Yiğit te bir oğlan işte…-

Sercan Bey dalgınca ‘‘ekipman ve koruyucu kıyafetler işini not aldım, ilgili arkadaşlara iletip çözeceğim… fazla çalışma dediniz; mesailerinizi almıyor musunuz? Bu arada sizin adınız neydi?’’ sorusunun cevabını not aldı. İbrahim’miş! -Şunun bıyıklara bak! Ayakkabı fırçası gibi! Fazla mı geliyormuş çalışma it kılıklıya! … – şeklinde düşündüğü yüzüne yansımaya başlamıştı. Diğer sorusunu Abdullah cevapladı: ‘‘mesai ödüyorsunuz evet, ama ücretini normal çalışmamız on saatmiş gibi hesaplayıp ödüyorsunuz. Öyle alışmışsınız ki! Saat ücretini nasıl hesaplayacağınızı da mı biz anlatalım?’’

Buz gibi bir hava esmişti sanki… Daha da sertleşecekti. Herkes birbirinin sözünü kesmeye; ateşin altına biraz daha odun atmaya başlamıştı. 

Sercan Bey tam söze girecekken Günay kesti bu sefer nihayet; bunu bekliyordu. Oldukça sert bir tonda, tane tane şu kelimeler dökülüverdi Sercan Bey’in üstüne: ‘‘mesai ödüyorsunuz da kime soruyorsunuz ki fazladan çalışmayı isteyip istemediğini?’’ … Bu sözler Sercan Bey’in kontrolü tamamen yitirmesine yol açmıştı ki; Günay ateş eder gibi tekrar sordu: ‘‘beyaz genelevlere çarşaf mı yetiştiremiyoruz? Nedir bu fazladan çalıştırma aşkınız?’’

Sercan bey bu ‘‘beyaz genelev’’ tabirinden bir şey anlamamıştı ama gerek de yoktu; donup kalmıştı Günay’ın dudakları arasında. İnci dişlerin parıltısına kapılarak büyülenmiş gibiydi. Ses tonuyla karşısındakine hükmediyor; adeta teslim alıyordu. Sercan bey de bu azgın okyanus dalgasına karşı koyamamış, kendisini akıntıya koyuvermişti…

*** DEVAM EDİYOR ***

Bir cevap yazın

GIPHY Uygulama Anahtarı Ayarlanmadı. Lütfen Kontrol Edin

  1. Okudum yoldaş..
    Gerilimi yüksek; ilk bakışta uzun gibi görünmekle birlikte nasıl yürüyüp gittiği, ne ara bittiği anlaşılmayan bir bölümdü..

    Çok güzeldi, çok beğendim..
    Hatta tam keyfini almışken bitmiş olmasına da kızdım, illet oldum..

    Kutlarım..

    Yarın, fırsat bulabilirsem, öykünün tamamını, baştan aşağı, bir kez daha okumak niyetindeyim..
    Sonrasında, konuyla ilgili, daha geniş görüşme fırsatı bulabileceğimizi düşünüyorum..
    Bir üst paragrafta söylemiş olsam da yinelemiş olayım: Kutlarım..

    Sevgi’yle..