içinde

Endüstri 4.0

Arkadaşlar bir şeyler anlatmak istiyorum fakat anlatabilir miyim bilmiyorum:)) gene de denemek istiyorum ve sabredip katlanabilirseniz sevinirim…

başlık öykümüzün adı; hikayedeki verilecek olan zaman, mekan ve kişiler hayali olabilir. (acaba)

becerebilir isem periyodik olarak tefrika edeceğim; şimdiden sabrınıza sağlık:)))

acayip seviyorum lan sizi… ?????

Kısım1 

 Boğucu sıcak ve makinelerin yoğun gürültüsüyle iyice çekilmez hale gelen ofisinde dayanamayıp atölyeye bakan pencereyi açmış, önünde amaçsızca dikilen genç adam; sekreterinin üçüncü defa seslenişinde kendisine gelmişti. ‘‘Sercan Bey, rica etsem…’’ diye ezile büzüle giriş yapan annesi yaşındaki kadını ters bir bakış atarak defeden kibirli genç, kravatını hafifçe gevşeterek pencereden aşağı boş gözlerle bakınmaya devam etti; birini bekler gibiydi. Yüzündeki ve vücudundaki ifade aynen şunu diyordu: ‘‘ulan sıçayım fabrikasına da işine-gücüne de… Yeter ulan, çalış çalış nereye kadar! Paşa hazretleri ne de güzel yıktı gitti üstümüze ne varsa; küçük beyzadesiyle beraber teknesinde balık tutuyorlar şimdi… Ooh ne ala! Akşama da rakıyla hiç ederler ne tuttularsa. Valide hanım komşularıyla konkende tabii… Eee, biz? Çalış! Çalış dur! Düzen bu tabii, birileri eşek gibi çalışır; birileri Bodrum’da gününü gün eder… Beyannamesini de sikeyim, kumaşını da topunu da… Hayata bak; nakliyecisiyle ayrı uğraş, toptancısıyla ayrı… Sendikası bir dert, işçisi ayrı, çavuşu ayrı… Vergisini de sikeyim, algısını da…’’

Yüzündeki bu garip halinde ayrıca yaşadığı konforun, ayrıcalıkların da izlerini görmek mümkündü. Yalıda el bebek-gül bebek, dadıları hizmetçileri etrafında pervane, yediği önünde yemediği arkasında hiçbir sıkıntı yaşatılmadan büyümüş, sınıfını iyiden iyi içselleştirmesi için -özellikle- hizmetçilerinin çocuklarıyla oynamasına ve onları ezmesine müsaade edilmiş, karakteri iyice pekiştirilmişti. Paralı kolejlerde okutulup kısa bir Amerika turuyla da eğitim hayatı tamamlanmıştı. Doğal olarak baba Faruk Bey emeklilik hayallerini yaşamak için zamanı geldiğinde işi gücü her şeyi bu ‘‘yorgun savaşçıya’’ bırakıp köşesine çekilmişti. Ne savaşçı ama! Hayatı boyunca hiçbir şeye sahip olmak için kılını bile kıpırdatmamış bir savaşçı… Her şeyde önündeki hazıra konmuş bir savaşçı! Daha sırada babasının kimden peydahladığı bilinmeyen değerli beyzadesi, küçük piçi; biricik kardeşi Serkan vardı. O bu sıralar Ömer Faruk hazretlerinin tedrisatından geçmekteydi. İster inanın ister inanmayın; Sercan’ın yüzüne baktığınızda bunların hepsini okuyabiliyordunuz. Rahat, kibirli, sıkılmış, tepeden bakan… Küçük dağları ben yarattım ama çok da yoruldum havaları… Bir hayli de yakışıklı bir genç olduğunu ekleyeyim; uzun, esmer, ince yapılı ve kemikli, düzgün, pürüzsüz bir yüzü vardı.

Birkaç dakika önce odadan kovulan sekreter Leyla Hanım utana sıkıla tekrar kapıda belirdiğinde Sercan pencere önünde aşağıya daha bir dikkat kesmiş olarak bakmaktaydı.

‘‘Se… Sercan Bey… ‘’ diye seslenmeye çalıştı ama nafile; duymuyordu. Tavana kadar maun mobilyalarla döşenmiş küçücük ve havasız büronun atölyeye açılan camında dalgın ve dağılmış görünüyordu. Masasının üzeri evraklarla karman çorman; ağzına kadar izmarit dolmuş kocaman kristal bir küllükte ise vazgeçemediği Amerikan sigarası halen yanmaktaydı… Dışarıdan gelen makine sesleri ve moladan dönmekte olan işçilerin bağırış çağırışları, büronun tavanındaki gürültüyle dönen pervanenin sesinin duyulmamasını sağlıyordu. Bu pervane, dumana boğulan odayı açılan pencereyle beraber az da olsa havalandırıyordu ama dışarısının da bu küçük odadan geri kalır yanı yoktu havasızlık konusunda…            

‘’Sercan Bey, işçi…’’ diye tekrar seslendi yaşlı sekreter. O anda Sercan biraz doğrularak ellerini pervaza dayayıp gözlerini bir noktaya dikmişti. Koca bir depodan bozma fabrikanın yüksek asma katıydı burası. Patronun odası, muhasebeci ve çavuş için birer küçük oda, bir de modern döşenmiş bir toplantı salonu barındırıyordu bu sonradan ekleme olarak yapılan asma katta. Binanın buraya göre tam karşısına düşen kısmına ise gene sonradan ekleme olarak yapılan asma kat yemekhane olarak kullanılıyordu. Yemekhaneye çıkan demir merdivenlerin girişinde bir turnike bulunuyor ve giren çıkan işçilerin giriş-çıkış saatleri not ediliyordu çavuş tarafından. Bu iki asma katın simetrik olarak ortasında demirden koca bir sürgülü kapı ve bu kapının üzerine eklenmiş küçük bir ilave kapı vardı; işçilerin giriş çıkışı için. Gene önünde bir turnike ve kontrol eden çavuş… Sevkiyat yapılacağı zaman bu sürgülü kapı gıcırdayarak açılır, kamyonlar tesis içine girer yüklenirdi. Sonrasında tekrar gıcırdayarak kapanırdı tabii. Bu zamanlar fabrikanın az da olsa oksijen ve gün ışığı alabildiği ender anlardı. Koca demir kapı üstündeki minicik ucube, turnikeli kapı ise hiç kapanmaz; önündeyse sürekli çavuşa bilgi veren bir bekçi bulunurdu. Bunun psikolojik bir etkisi olsa gerek. Zira işçiler tıkış tıkış, uzun boylu olanlar kısmen eğilerek iş yerlerine giriyor; giriş çıkışlarını kontrol altında tutan bir görevli her hareketi, her konuşmayı-tepkiyi yukarıya yetiştiriyordu. ‘‘Yukarı’’ yalnız! Nasıl da doğru tanımlama oldu. Patronun bulunduğu yer ‘‘yukarı’’ sonuçta; değil mi? Her anlamda! Her neyse…

Sercan Bey, sekreterini umursamadan ‘‘aşağı’’ bakmaya devam ederken gözü üretim alanına kaydı; dikiş makinelerinin bazılarında mola saati olmasına rağmen üç beş kadın işçi vardı. Şüphe yok ki bunlar parça başı anlaşmış günlükçü işçilerdi. Düzen içinde sıralanmış yüzlerce dikiş makinası, az sonra çalacak pis, hatta iğrenç siren sesiyle tekrar tıkır tıkır çalışmaya başlayacaktı. Gerçekten iğrenç bu arada! Ha; bu siren her çaldığında Sercan Bey’in gözlerinde hafif bir kısılma ve dudaklarındaki belli belirsiz bir sırıtma ifadesi oluştuğunu belirtmek isterim. Garip! Değişik şeylerden haz duyuyordu galiba. Dikiş makinalarının az ötesinde paravanlarla bölünmüş kocaman buharlı çamaşır makinaları ve ütülerin bulunduğu alan vardı ve burada da tek tük çalışan işçiler göze çarpıyordu. Az sonra çığlık çığlığa çalacak siren hepsinin ritmik bir şekilde çalışmasını sağlayacaktı; buharlar saçarak. Diğer tarafta tavana kadar çelik raflarla ağzına kadar dolup taşmış depolama alanları, gene az da olsa çalışan birkaç önlüklü, aralarda aylak aylak dolaşan meydancılar, yemekhaneden inen işçiler… Bazısı daracık kapıda hengâme oluşmasın diye molalarından feragat edip erken giriyor; Sercan Bey’in dikkat kesildiği an da tam olarak bu an oluyordu. Avludan dönen üç beş işçinin kapıda gülerek bekçiye takıldıklarını, az berideki çavuşa el kol hareketleri ile bir şeyler anlattıklarını görüyor ve içlerinden birinin ‘‘moladasınız molada! Hey yavrum hey!’’ diye gür bir şekilde diğerlerine bağırmasının yankılarını duyuyor. Fakat pür dikkat kesilmesinin asıl nedeni bu değil; bu işçilerin arasında henüz adını öğrenemediği, birkaç gündür epey dikkatini çeken güzeller güzeli Günay ve yanındaki -oldukça samimi gördüğü- pos bıyıklı pis herif oluyor. Belki de daha önce hiç yaşamadığı bir duygu, kıskançlık duygusu; kim bilir?

Sekreter Leyla Hanım son bir cesaret toplamasıyla tekrar sesleniyor: ‘‘Sercan Bey!’’

Genç patronun tatlı bir rüyadan uyandırılmışçasına şiddetle dönüp ‘’ne var be kadın! Ne var?’’ diye haykırmasıyla elindeki dosyalar yerlere saçılıyor kadıncağızın. ‘‘Ne var?’’

‘‘efen… efendim… işçi temsilcileri…’’

‘‘Ne geveliyorsun yahu?’’

Leyla Hanım; Ömer Faruk Bey’in işleri oğlu Sercan’a devrederken şart koştuğu tek konuydu. Asla ve asla görevden alma veya yerini değiştirme gibi bir hata yapılmayacaktı. Bu durum tartışmaya bile kapalıydı. Sırf bu yüzden kadının yemediği hakaret kalmamıştı diyebilirim. Sanırım o da bir şekilde olup bitenleri ‘‘daha yukarı’’ bildirmekle görevlendirilmişti. Ya da başka bir şey artık; bilemiyorum. Bildiğim şu ki bu fabrikanın iş akışı, o olmasa oldukça sekteye uğrayabilirdi…

‘‘Sercan Bey işçi temsilcileri ile görüşmeniz var… Beş dakika sonra.’’

‘‘Dün konuşmadık mı onlarla daha? Ne istiyorlarmış gene?’’ derken yüzünden bir iğrenme ifadesi geçmişti genç adamın.

‘‘Hayır, on gündür erteliyorsunuz, konuşsanız iyi olacak. Ömer Bey şimdiye…’’

Birden öfkeden deliye dönüp kadının sözünü keserek ‘‘başlatma Ömer Beyinden kadın!’’ diye haykırdı yüzü pancara dönen patron ve ekledi: ‘‘çık dışarı!’’

Sekreter Sercan Bey’in yüzüne bakmıyordu. Eğilerek yere döktüğü kağıtları toplamaya başladı. Eğilmekte yaşadığı zorluk; bu adamla yaşadığı iletişim zorluğunun yanında hiçbir şey değildi yaşlı kadının. Söylenir gibi mırıldandı: ‘‘yarın başkalarıyla konuşmak zorunda kalacaksınız ama.’’

Sercan Bey nefes nefese kalmış, ceketini çıkarmıştı. Gömleğinin üst düğmesini açtı, kravatını biraz daha gevşetti. Pervane olabildiğince hızla dönerken o çirkin, iğrenç işbaşı sireni kulakları sağır ederek çalmaya başladı. Sercan Bey’in yüzünden bir gölge geçer gibi oldu, derin bir nefes alıp sırıtarak ‘‘gelsinler…’’ dedi.

‘‘Söyle gelsinler.’’

Emektar kadın tek bir söz dahi etmedi. Hafif aksayarak döndü, kapıyı sertçe kapatıp çıktı. Patronun gevşekçe arkasından ‘‘toplantı salonuna al arkadaşları, paşalar rahat etsin!’’ diye bağırmasına karşılık vermedi ama kendi kendine mırıldanıyordu:

‘‘Orospu çocuğu…’’

İnatçı sekreteri çıkar çıkmaz genç patron tekrar pencereye yöneldi. Masanın üzerinde duran paketten bir sigara alıp yaktı. Dumanını dışarı üflerken kapıdaki işçilerin yığınında gözleri Günay’ı arıyordu. Makineler neredeyse tamamen çalışmaya başlamış, meydancılar tekstilin lanet tozunu kaldıra kaldıra ortalığı süpürme yarışına girmişlerdi. Beyaz önlüklü kısım şefleri mavi önlük giyenlere emirler yağdırıyor, bazı meydancılar kumaş bobinlerini bir oraya bir buraya taşıyorlardı. Beyaz önlüklü bir kadın ve çavuşun etrafında toplanmış hararetle tartışan bir grup işçinin arasında gözüne takıldı tekrar Günay. Ve yanındaki pos bıyıklı iri yarı pislik. Elele mi tutuşmuş lan bunlar!

Dikiş makinelerinin hemen önünde, patronun bürosunun olduğu tarafta şişman ve huysuz bir beyaz önlüklü kadın işçilere laf anlatmaya çalışıyordu.

‘‘Hayır ben size görüşemezsiniz demiyorum, mesaiden sonra görüşün diyorum.’’

‘‘Adamı yakalayamıyoruz ki! Burada işte şimdi; beş dakika konuşup döneceğiz, ne çıkar bundan?’’

‘‘Yahu anlamıyor musun? İş var iş! Akşama yetiştirecek bir dünya mal var. Sen ne yaparsan yap, beni alakadar etmez. Benim elemanımı alamazsın.’’

Bu sözlerin muhatabı ‘‘pos bıyıklı’’ genç irisi İbrahim’di.

‘‘Asıl sen anlamıyorsun kadın! On gündür erteleyip duruyor herif, istediğimiz şeyleri kendimiz için istemiyoruz ya. Senin için de istiyoruz, hepimiz için.’’

‘‘Tamam İbo, sakin ol sende. Abla fazla sürmez hemen dönerim, yetiştiririm işimi hiç merak etme.’’ Diye söze karıştı Günay ve ekliyordu ki ‘‘hepimizin temsilcisi olarak…’’ ama sözleri hemen kesildi.

‘‘Bu İbo mu sokuyor senin aklına bunları kız? Akıllı ol biraz, işine gücüne bak! Anan her gün seni tembihlemiyor mu bana?’’

Tartışma tırmanırken diğer kısım şefleri ve çavuş da hızla toplanmaya başlamıştı meydanda. Bekçi de dikkatle izleyebilmek için yaklaşabildiği kadar yaklaşmıştı kalabalığa. Temsilcilerden kara kuru, gözleri kan çanağına dönmüş bir tanesi diğerine yukarıyı işaret ederek bağırıyordu: ‘‘baksanıza şu herife, nasıl da zevkle izliyor. Haydi bırakın tantanayı çıkalım direkt kapısına dayanalım.’’ Bu sözler oldukça etkili oldu, etraftaki çalışan işçilerin de dikkatini çekmiş, gözlerin bir an yukarıya takılmasına neden olmuştu. Çavuş diğerlerine dönerek yükseldi: ‘‘herkes işine baksın! Dönün önünüze! Haydi! Hop!’’ her kafadan sesler farklı çıkmaya başlamış; makinelerin sıcağı, toz, buhar ve gürültüyle oldukça uyumlu bir sahne sergiliyordu. Gerilim daha fazla tırmanmadı. Demir basamakları sakince inen patron sekreteri, fabrikanın en deneyimli emekçisi Leyla Hanım, kalabalığı dağıtan, gürültüyü bastıran şu sözleri söylüyordu: ‘‘Sercan Bey işçi temsilcileriyle görüşmek istiyor. Hazır olduğunuzda bana haber verin.’’

Kalabalık bir anda dağıldı. Huysuz kısım şefi söylenmeye devam ediyordu ‘‘başımıza anarşik kesildiler! Bana kalsa iki dakika barındırmam bunları! Ah- ah! Ayırmayın kız ağzınızı sizde! İşinize bakın, iş yetişmesin hele bir, sorarım size!’’

‘‘Duydun mu Günay Hanım? Kovulursan anana sen hesap verirsin!’’

Çavuş kısım şefine hayranlıkla bakarak gülümsüyordu. Çok da sağlıklı bir ifadesi olduğunu söyleyemeyeceğim…

Herkes işinin başına döndüğünde meydanda dört işçi kaldı sadece. Dikişçi Günay, makine teknisyeni İbrahim, o kara kuru diye tanımladığım ütücü Abdullah ve meydancı olarak çalışan Kadir… ‘‘Evet, hazır mıyız arkadaşlar?’’ diye sordu Abdullah; hep bir ağızdan ‘‘hazırız!’’ onayı geldi. Merdivenlerden çıkarken Günay Kadir’e dönüp kısık bir sesle ‘‘dün öğrencilerle görüşebildin mi?’’ diye sordu. Aldığı cevap olumsuzdu: ‘‘haftaya belki Mahirlerle görüşebiliriz. Ortalık karışık şu conilerin şeyiyle.’’

*** devam ediyor…***

Bir cevap yazın

GIPHY Uygulama Anahtarı Ayarlanmadı. Lütfen Kontrol Edin

  1. Şöyle bir örnek vereyim,
    Esnafsındır, mesela..
    Sabahtan akşama kadar avare kasnak misali dolaşmış;
    iş yokluğundan “aylak bakkalın yaptığı türden” ipe sapa gelmez şeylerle uğraşmışsındır..

    Bir haber gelir, günün bir vaktinde, bir dostundan..
    Hoşlanacağını düşündüğü bir konuya, fırsat bulabilirsen bir göz atmanı tavsiye etmektedir..

    “Bir ara ne demek yahu, hemen bakarım” dersin ve sanki o sözün ardından bir eşiği açıp kaotik bir paralel evrene atlarsın..
    Dur durak olmayan bir karmaşa..
    E birader, hani hemen demiştin?..
    ???

    Neyse, olur bazen böyle şeyler..

    Tefrikanın ilk bölümü bana, henüz ortada hiçbir şey olmamakla birlikte, sanki, “Bir Gün Tek Başına” tadında bir öyküyle karşılaşacağımız izlenimi verdi..

    Bazı teknik konularda bilgi sahibi olmak amacıyla sormak istediğim sorularım olacak..
    Onları yarın iletirim sana, iznin olursa..

    Onun dışında,
    Başlangıcı bilerek kısa tutmuş olduğunu düşünüyorum..
    (ya da belki bana kısa gibi geldi..???)

    Bu arada,
    Sercan beye gıcık oldum,
    Serkan piçini kıskandım,
    Ömer Faruk beye imrendim,
    Leyla hanıma çok üzülmekle birlikte “Orospu çocuğu” lafını ona hiç yakıştıramadım..
    Yalılarda malılarda, mürebbiyelerle felan büyümüş; özel okullarda okumuş, Amerika görmüş bir varsılın aklını alacak kadar gösterişli olan Günay’ı da -doğrusu- pek merak ettim..

    Takip eden ilk bölümde olayların nasıl bir gelişme göstereceğini büyük bir merakla bekliyorum..

    İlk bölüm için notum, yüz üzerinden 100.

    Kutlarım..
    ?????

    Hamiş:
    Göç ne oldu hocam?..
    Sevmiştik biz o öyküyü yahu..
    ?????

    Sevgilerimle..

    • Sevgiler benden yoldaş…
      Sondan başlayayım “Göç” devam ediyor her anlamda:)
      Güvenli bir istasyonda durabilirsem paylasacağım seninle, emin olabilirsin…??
      Bu öykü azıcık değişik olabilir. (aramızda kalsın?)
      Endüstri 4.0 ve karanlık fabrikalar terimlerine birazcık eskilerden bir bakış atmak istiyorum. 68’lerden… ne bileyim öylece çıkıverdi açıkta kalan biyerlerimden:))
      Umarım dilim döner de anlatabilirim. Kendime anlattığımda bayaa heyecanlandığımı söyleyebilirim?…
      Karakterleri detaylandıracağım fazlasıyla; dönemide…
      Belki buradan da gelecek dönemlere bir “solucan deliği” vardır kim bilir:))
      Neyy-se…?
      Aramızda kalır dimi?
      Bakalım neler olcek…?
      (Umarım rahatsızlık verm… neyse yaa, kızcan şimdi…??)

  2. İlk 2 bölümü okudum dayı, şimdi yenisini gördüm.Onu okuyacağım şimdi. Kusura bakma daha erken bitirmeye fırsat olmadı. Çok güzel olmuş yine. Çok akıcı bir kere.Fırsat bulup okuyamama rağmen okuduğum sürelerde çok çabuk bitti. Ne ara yazı bitmiş farkına varmadım. Bir de benim nacizane fikrim , karakterlerin duyguları çok net geçiyor insana. Serdar’ın zibidiliği ama buna rağmen hayatına olan öfkesi veya Leyla’nın büyük babaya hürmetiyle çocuk bakıcılığı yapması arasındaki duyusal yorgunluğu. Tüm karakterleri bu şekilde özümseyebildim.