…
Necla abla kalın kırmızı pijamalarını alt üst giyinip gelmişti tekrar boy aynasının karşısına. Bir fırça yardımıyla pudra sürüyordu morluklarını kapamak için. Bana dönüp bir göz atarak seslendi: ‘kele o dert dutasıca telezyonu açsaa tama! … Sıkılıyosan yoorum!’ … Başımı iki yana sallayarak cevapladım gene, yüzüm hala kıpkırmızıydı. Ayrıca sıkılmamış; merak etmiştim. Dahası, söylediklerinden ‘televizyon’ dışında hiçbir şey anlamamıştım! Televizyon da yatağımızın ayakucundaki ters çevrilmiş bir elma kasasının üzerinde duruyordu. Ben de tam önünde oturuyordum o anda. Küçük bir şey. Evde pek izleyen yoktu. Benim dikkatimse hemen yanındaki kapıda idi hala.
İşini bitirince geldi, yanıma çöktü. ‘‘Ah Behro ah! Noolucu sizin bu haliniz?’’ diye tekrarlıyordu sürekli. Gözlerine baktım, pütür pütür cildi ve oldukça asimetrik kemikli yüzü, yakından daha rahatsız ediciydi. Bir saniye kuralıma tekrar uymaya başladım!
[ii]
Tavan daha fazla delinmedi, yağmur dinmişti. Saat dokuz, dokuz buçuk civarlarında olmalıydı. Necla abla arkamda oturmuş saçlarımla oynarken bir yandan söyleniyor; bir yandan da beni oyalamaya çalışıyordu. Yer yatağına -pencerenin altına- oturup, sırtını soğuk duvara yaslamış; kafası başka yerde olduğu halde, benimle de ilgilenmek gibi bir vazifeyi kendine yüklemişti. Ben ise arkam ona, yüzüm kapıya ve kapalı televizyona dönük olarak Fasih’i beklemeye devam ediyordum.
Tavana vuran yağmurun sesi kesilince -sessizlik beklemek- gibi bir yanılgıya kapılmadım bu sefer. Mahalleye alışıyordum! Önce büyük bir şangırtı çöktü, arkasından bir kadın çığlığı… Sonra kadınlı çocuklu bağrışmaların birbirlerine karışması, ardından olaya müdahale eden evin babasının tok sesi… Nihayet seri bir şekilde, arkası arkasına kum torbasına -defalarca- vurulur gibi çıkan sesler ve tekrar eden patırtılar… Bağırış çağırışlar arasında masa devrilmesi, yerlere saçılan tencere tava, bardak çanak şangırtıları ve durulma… Kısa bir sessizliğin ardından bir kapının sert bir şekilde açılıp, çarpılması… Kapının hemen önünde bir an durup; zor bela yanan çakmağıyla sigarasını yakmaya uğraşan adamın, öfkeli soluk alış verişi… Bir süre sonra, meraklı oldukları kadar faydasız komşuların kapı önlerine sessizce doluşmaları… Ve tekrar kısa bir sessizlik… Evinden en son çıkan bir adamın, öfkeli komşusuna -mağdur olan oymuş gibi- yaklaşıp; ‘‘heyırdır Hammo? Ne olii eaam?’’ şeklindeki sorusuna, ‘‘yoh bişe! Gel hele iki hanek edek, şarab da içarık aşaada!’’ diye cevabı… Tekrar kısa bir sessizliğin ardından minik homurtular ve kalabalıktan gelen, ‘‘-guzzul gurt- için!’’ tepkisi… Son olarak evden inleyerek çıkan kadının kahır bedduaları ve isterik çığlıklarına karışan küçük çocuk feryatları… ‘‘Ganlı dabutlara gelesiiin!’’ … ‘‘Gidişin ola da dönüşün olmaya!’’ …
Sokağın başından bir yerlerden ise kadınlı erkekli kahkaha sesleri, şen şakrak muhabbet ve yüksek sesli arabesk müzik; az berideki tantanayı bastırmaya çalışır gibi kademe arttırıyordu sürekli.
Yıkık harabenin molozlarında iki üç tane sokak köpeği, bir kediyi köşeye sıkıştırmış; düşman yakalamışçasına yırtınarak havlıyorlardı. Kedi de garibim; son bir umut, kabardıkça kabarmış, tıslayarak karşısındakileri alt edebileceğini zannediyordu. Tabii kısa bir süre içinde bir punduna getirip -keskin bir çığlıkla- köpeklerin en zayıfına; çevik bir hamlede bulunarak tırnaklarını geçirip kaçacaktı oradan. Sonrası ise, öfkeyle havlayan iki köpek ve acısıyla inleyen bir köpeğin; sokağın neşesine katkı sağlamasıydı…
Çıkmazın girişine gelen devriye arabasının mavili kırmızılı ışıkları, pencereden içeri süzülüp duvarları boyuyor; polis telsizinin sinyalleri, buradan da duyulabiliyordu.
Dinen yağmurun sessizliğini bölme görevi, böylelikle başarılmıştı…
[iii]
Dışarıdaki onca kargaşa, kılımızı bile kıpırdatmamıştı. Hala; lambanın kör ışığında, yer döşeğinde sessizce oturuyorduk. Bir ara arkamı dönüp baktığımda, Necla ablanın yüzünde sinirli bir gülümseme fark ettim. Burada değil gibiydi; sokaktaki tantana da hiç umurunda değildi. Sırtını soğuk duvara vermiş, bacaklarını karnına toplamış; dalmış gitmişti. Ne düşünüyordu, kim bilir?
Necla abla ev sahibimizdi. Bir başka deyişle içinde barınabildiğimiz; şu dört duvar, bir teneke çatının asıl kiracısıydı. On bir ay kadar önce, buraya ilk gelişimizin altıncı gününde tanışma şansı bulmuş ve evinde kalabilme şansı yakalamıştık. Tanıdığımız bir tek kişi dahi olmayan bu şehirde, belki de umarsızca savrulmaya başlayacağımız bir anda denk gelmişti. Yazılı olmayan bir kural olsa gerek; kente dışarıdan gelen her kimse, mutlaka Bakırcılar Çarşısı’na yolu düşerdi. İşi olsun, olmasın! Tabii bizim de düştü fakat gezme amaçlı değil, başka müsait bir yer bulamadığımızdandı belki. Beş gündür yatacak yer araya araya ayaklarımız bizi buraya kadar getirmişti. Gene oldukça soğuk günlerdi, cebimizde biraz paramız vardı ama neyle karşılaşacağımızı bilemediğimizden harcamaya korkuyorduk. Günde bir öğün, o da yarım yamalak yiyor; güvende hissedebileceğimiz bir yer arıyorduk. Fasih on sekizinde, bense on birimde… Her ne kadar Fasih kabul etmese de; tamamen yabancı bir memlekette, yol yordam bilmeyen iki çocuktuk. Yaşadığımız onca şeyden sonra çarşının ışıl ışıl canlılığı, lokantalar, kilit taş döşenmiş sokaklar, vızır vızır insanlar, yoğun trafik, kısaca gürül gürül akan hayat; içimizde bir yerlerden ‘‘tutunmalısınız!’’ diyordu. İnsanların yüzlerine, enerjisine ilgiyle bakıyorduk başlarda. Bizim, yerin yedi kat dibine giren umutlarımız, hayatlarımız, insanlığımız; daha da batmamak için çırpınıyor, doğamızda yer alan -yaşama tutunma- güdüsüyle ayakta kalıyorduk. Ayakta kalmak denirse tabii; bazen bir bankta, bazen bir bankamatik kulübesinde, izin verildiği kadar uyuyarak… Bir gün öğlenden, ertesi gün akşama kadar aç sefil dolaşmak… Her neyse! Bu noktaya ve Necla abla ile tanışma hikâyesine tekrar döneceğiz. Öncelikle Necla abla ile ilgili bildiklerimi aktarmam gerektiğini düşünüyorum. Muhtemelen, tanışma anını daha anlamlı kılacak bir anlatım olacak böylelikle.
Şu ana kadar anlattıklarımdan çok bir çıkarım yapılamasa bile; Necla abla her ne yaşıyorsa yaşasın, onun bize karşı anaç ve ilgili bir yaklaşım içinde olduğunu düşündürmüş olabilirim. Evet… Gerçekten de ilgili, yardımsever ve vicdanlı bir kadındı. İki yüz liralık kirasının, sadece üç yüz lirasını bize ödetiyordu!
…….
ARKASI YARIN…. :)))
Biraz karmaşık bir dönem geçirince insan, normal hissetmek, iyi hissetmek istiyor. Metabolizma da bu hisse doğru yönelmek istiyor biliyorum. Öyle olmasa şu yazıyı okumak üzere buraya sürüklemezdi beni. İyi hisettim dotum. İyi ol..
Senden bir “ses” alınca ben de iyi hissediyorum can dostum… Sen de iyi ol; hep ol!
???