içinde

Pazar …

Asıl adı Dico Nascimento. Daha da uzun da, hadi ben kısasını söyleyeyim. Bizim kuşak ismen bilir onu. Muhtemelen çoğumuzun babasının en hayran olduğu futbolcuydu.
Pele’den bahsediyorum.
Brezilya’da, çok fakir bir kasabanın en fakir ailelerinden birinin çocuğu. Okuldan sonra ayakkabı boyacılığı yapıyor. Çünkü babası bir bakımevinde tuvaletleri temizliyor, annesi ise zenginlerin evini. Anlayacağınız paraya ihtiyaç var.
Küçük Dico’nun hayatta tek zevki mahalle arkadaşlarıyla futbol oynamak. Ama ne futbol.! O gariban köyde, teneke damların, iplere asılı çamaşırların, evlerin kırık dökük tahta perdelerinin arasında, o daracık sokaklarda , tozun dumanın içinde akrobat gibi koşturan veletler hayal edin. “Top havada” diyorlar adına. Hiç yere değdirmeden, sokak sokak geziyorlar futbol oynayarak.
Babası da futbolcu imiş gençliğinde. Bir maçta feci sakatlanmış, bir ayağı hala aksıyor. O yüzden anne çok tepkili. İlla okuyacaksın diyor, top oynadığını duymayayım!!
Annesinin temizlediği zengin evlerinden birinin oğlu kendisiyle aynı yaşlarda ve takık bizimkine. Efsane kaleci Bile’nin adını şaşırıp Pele dediği için, o isimle çağırıp alay ediyor sürekli. İşe bakın, o da futbol hastası.
Günün birinde bu fakir kasabada bir turnuva düzenleniyor. Herkes çok heyecanlı, çünkü bir futbol menejeri gelip, Santos takımı için aday seçecek.
Zengin çocuk takım kurmuş, adı “Krallar”.

Dico durur mu, o da mahalle arkadaşlarından takım kuruyor, ve fakat ayakkabı yok, forma yok… Forma işini hallediyorlar, çocuklardan birinin annesinin çarşafını kesip paralayıp , mavi çiçekli bir kumaştan yırtık pırtık yelek gibi birşey yapıyorlar kendilerine. Ayakkabı için çuvalla yer fıstığı çalıp sonra onları satıyorlar. Alabildikleri ise kullanılmış, numarası uymayan eciş bücüş pabuçlar. Ama onlar bunları bulana dek takımın adı kendiliğinde konuluyor: “Ayakkabısızlar”.
Krallar tüm maçları kazanıp adım adım şampiyonluğa ilerlerken tüm ahalinin dikkati üzerlerinde. Alkış kıyamet.

Dico’nun takımını ise sadece kasabanın delisi izliyor. :)
Derken şampiyonluk maçına kalıyor bu iki takım. Krallar pek kibirli. Sürekli Dico ile “Pele” diye dalga geçip asabını bozarak golleri diziyorlar. Durum 4-0 iken, Dico birden silkiniyor. Çıkarıyor ayağındaki garip ayakkabıyı, o sokak aralarında özgürce koşturduğu gibi doğal haliyle bırakıyor kendini oyuna. On dakikada 4 gol atıyor. Hem de çıplak ayakla! Herkes şokta.
O maçı bir sayı farkla kaybediyorlar ama futbol menejeri, kartvizitini Dico’nun babasına veriyor. Adam mest tabii. Yeter ki annesi duymasın.
Sene 1950. Dünya Kupası Şampiyonluk maçında Brezilya feci şekilde yeniliyor. Halk öyle fakir, öyle fakir ki, en büyük mutlulukları futbol. Yıkılıyorlar o maçı kaybedince.

Dico’nun babasını ağlarken gördüğü ilk gün o. Karşısına dikilip yumruklarını sıkıyor, “Brezilya için Dünya Kupasını kazanacağım baba. Sana söz veriyorum! “
Ama imkansızlıklar var. Anne istemiyor bir defa. Sonra para lazım. Dico okul sonrası ayakkabı boyamayı bırakıp babasına yardım etmeye başlıyor tuvalet temizlemekte. Adam öyle hassas, öyle tatlı biri ki, bakıyor ki çocuk üzülüyor, her öğle arasında bahçedeki mango ağacının meyveleriyle futbol oynuyor karşısında. Oğlan ilk denemede bütün mangoları parçalıyor yakalamaya çalışırken. “Hayır” diyor babası, öyle yumuşak olacaksın ki mangolar zarar görmeyecek bedenine çarptığında.
Anne bir gün onları tesadüfen izliyor. Baba-oğul nasıl mutlu oynadıklarını, oğlunun yeteneğini görünce kendisi gidip arıyor ve çağırıyor o futbol menejerini. Santos klübü seçmelerine girdiğinde henüz 15 yaşında bir ergen. Hemen genç takıma alıyorlar. Fakat teknik direktör Dico’nun oynadığı tekniğe çok karşı. “Şaklabanlık yapma” diyor ona. Topa ayakkabının bağcığı olan yerle vurman gerekiyor falan filan, uzatmayayım efendim, çocukcağızın moral sıfır. O derece baskıya alınınca hiç gol atamıyor çünkü.
Tam dönmeye niyet ederken o babacan futbol menejeri tren garında durduruyor onu. Neden pes ettiğini soruyor. Cevap basit, “Koç diyor ki oynama tarzım çok ilkelmiş”.

“Elbette ilkel” diyor adam. Gözleri büyüyor Dico’nun. Bir anlayabilse ne dediklerini…
“İlkel, çünkü taa 16.yüzyıla dayanıyor bu teknik “diye başlıyor anlatmaya adam. Portekizliler o tarihlerde Afrikalı kölelerle Brezilya’ya geldi. Kölelerin çoğu onların elinden kurtulmak için ormana kaçtı ve kendilerini korumak için bir savaş sanatı geliştirdiler: Capocina. Ormandan çıktıklarında ise bunun yasaklandığını öğrendiler. İşte senin bugün oynadığın stil, o kölelerin, tutuklanmadan bu oyunu oynamak için buldukları yöntemdir. Avrupa’da futbol derler, biz ise adına  Cinga diyoruz. Cinga zaman içinde tüm ülkeye yayıldı, ve tüm Brezilya’lıların içindeki ritm oldu”

“Peki ama neden istemiyorlar cinga oynamamı? Niye yasak?”

“Çünkü evlat, 1950’deki Dünya Kupası hezimetini, takımın Cinga oynamasına bağladılar. O yüzden onu içimizden uzaklaştırmaya çalışıyorlar.”
Dico pes etmekten vazgeçiyor. Ve ilk maçta koçun sözünden çıkıp bir güzel cinga sergileyerek basıyor golü. Herkes şaşkınlık içinde. Maç da önemli bir maç hani.

Koç  çağırınca süklüm püklüm gidiyor yanına. “Ne yaptın sen?!” “Özür dilerim Koç.” Adam birden ağız dolusu gülümsüyor ve diyor ki, “Her ne yaptıysan git, bir daha yap!”
Namı yayılıyor ülkeye. Ve henüz 15 yaşında iken A takımına seçiliyor. İlk iş annesine bir fırın, babasına bir transistörlü radyo alıyor. Yaşadıkları mahallede fırını çalıştıracak gaz yok ama çaktırmıyorlar kendisine.
Derken asıl mucize geliyor, 1958 Dünya Kupası’na katılacak milli takıma seçiliyor. Daha sadece 16 yaşında. !

Sevinmektense  korkuyor. Öyle büyük bir sorumluluk ki nasıl baş edecek?

Babası diyor ki, “Oğlum, Pele ismini kullanma zamanın geldi”

“Nasıl olur baba, o alay ettikleri isim …”

“Hayır. O senin Cinga ile tüm insanlara kendini kanıtladığının günün sembolü”
İyi de, iki büyük kabus var önünde.

Biri, o küçüklüğünden kalma belası zengin çocuk aynı takımda, hem de kendini İtalyan tarzı futbolu çok iyi oynadığı için nimetten sayıyor, kibri katlanmış durumda .

İkincisi Koç Feola, “Asla cinga oynamayacaksınız!” diyor.
Şampiyona İsveç’te düzenleniyor ve favori İsveç . Adamlar acaip iri yarı, ve çok sert futbol oynuyorlar. Dahası Avrupa dışından gelip de Avrupa’lıları yenen hiç olmamış .
Daha ilk maçta Sovyetler Birliği Pele’yi dizinden bir güzel sakatlıyor. Öyle ki normalde o dizle bir sezon oynaması imkansız . Ama efsane bir pansumancısı var takımın. Geleneksel otlar kaynatarak filan iyi etmeye kararlı gencecik oyuncuyu. “Tek hayalim var “ diyor, “Şampiyon biz olacağız ve o zafer topunu ben alacağım!”
Yarı finalde Fransa ile maçları var. Takımın neredeyse üçte ikisi sakat. O zengin çocuk da dahil. Pele onun yanında gidiyor, “Ben senin gibi oynayamıyorum” diyor üzüntüyle.

O ise şok eden bir cevap veriyor, “Hayat boyu Avrupalı olmaya özendim. Ama anlıyorum ki ben Avrupalı değilim. Ben Brezilya’lıyım. Ve Brezilya’yı temsil eden oyun stili Cinga. Çık ve göster onlara.!”
Maçın seyrini Pele değiştiriyor.

Durum 1-1 iken peşpeşe 3 gol birden atıyor. Hem de ne hareketlerle.! Durdurabilene aşkolsun.  Fransa’yı eze eze yeniyorlar.
İyi de herkes sakat. Takım pert olmuş durumda. Moraller sıfır. Ertesi gün o korkunç İsveç takımı ile şampiyonluk maçları var. Yüzler asık, omuzlar düşük, otelde kahvaltıdalar.
Bizim 16’lık Pele birden elinde topla restoranda dönmeye başlıyor. Pencereden görünen bir deniz feneri gibi bir kule var. “Haydi” diyor, “Oraya kadar top havada!” O keyifsiz, moralsiz oyuncular ayaklanıyor bir anda, otelin mutfağından tutun çamaşırhanesine, her yeri devire yıka, o topla taa fenere kadar gidiyorlar. Bir anda takımın havası, morali tümüyle değişiyor.
Koç Feola o manzarayı izleyince anlıyor hatasını. “Yarın çıkın ve onlara Cinga’yı gösterin” diyor. “Dünya, İsveç gibi oynamaya çalışan ürkek Brezilya’lılar görmesin” “ Dünya Brezilya’yı görsün ! ”.

Ve ekliyor :

“Kazanır mıyız bilemem, ama onlara harika bir oyun izleteceğiz”.
O dehşet İsveç takımını kaç kaç yeniyorlar biliyor musunuz?  5-1 !!
Pele maçın bitiş düdüğünde düşüp bayılırken, Pansumancı aynen hayalindeki gibi o topu kaptığı gibi koşturuyor sahada. Babanın mutluluğunu anlatmayayım, varın siz düşünün artık…
Diyeceksiniz, hayrola bu futbol merakı da nereden çıktı? Fanatik bir Beşiktaşlı babanın kızı olarak itiraf etmeliyim, hiç ilgimin olmadığı bir spor. Ama filmini kendimden geçerek izledim. Orijinal adı,  Pele- Birth Of A Legend.
Çok şeyi sorguladım izlerken… Cinga mesela… Öyle kasıtlı bir oyuna kurban gitmiş ki yıllarca… Avrupa’nın kurnazlığı.

Baş edemeyecekleri bir stile çamur atarak, onu itibarsızlaştırarak, değerini kendi ulusunun gözünde hiç etmeye çalışarak kendi gücünü geçerli kılmak. Yapamayacaklarını biliyorlar çünkü.
Çünkü Cinga öyle enteresan bir şey ki, genlerinde taşıman, ta içine sindirmiş olman lazım. Çıplak ayakla, bir don bir paça, en yoksul şartlarda onu oynarken “hayattaki en büyük mutluluğun bu olduğuna” inanmış olman lazım. Nasıl güçlü bir inanç , nasıl bir tutku , düşünebiliyor musunuz?

Hangi öğretilmiş stil, hangi koyma akıl bunun üstüne çıkabilir?

Çıkamaz ki…
Ama işte kendi şartlarından utanmayacaksın. Seni sen yapan her şeyi sevgiyle kabul edersen, başkasına benzemeye çalışarak vakit kaybetmiyorsun çünkü.
Gün olur, çıplak ayakla, tozun dumanın içinde, top niyetine mango ağacının meyvesiyle çalışan 16 yaşında bir gencecik ergen çocuk gelir, tüm dünyayı yerinden oynatıverir böyle.

Mucize mi?

Yoo , değil.
Sadece köklerine yapışmak. Benimsemek. Gurur duymak.

O kökten ne büyüyebiliyorsa “o” olmak.
Hele de günümüzde verilmesi gereken en değerli mücadele bu bence : “Sürekli seni başka biri yapmaya çalışan dünyada kendin olmak.”
Bige Güven Kızılay ~☆☆

21.07.2018

Bir cevap yazın

GIPHY Uygulama Anahtarı Ayarlanmadı. Lütfen Kontrol Edin