içinde

İlk Defa Nerede? Nasıl?..

O yıllarda çok (ve hatta fazlasıyla) sessiz bir mahalle..

Teki sabit, iki kanatlı demir bahçe kapısı..

Kapıyı geçip merdivenlerden çıktığında varacağın bir dış sahanlık ve iki seçenek..

Sola dönersen bahçe.. (Geniş, büyük, yemyeşil.. Güllerle, çiçeklerle dolu..)

Sağa dönersen evin giriş kapısı..

Sağa döndün, kapıyı açtın, girdin..

Ayakkabılarını çıkarttın, terliklerini giydin..

Merdivenden çıktın.

Üst katın sahanlığındasın..

Sağında, bahçeye bakan balkona kadar uzanan, eski model karo mozaik kaplı, aslında boydan boya açık olmakla birlikte sonradan -sanki koca evdeki mevcut  oda sayısı yetmezmiş gibi- rahmetli babacığın tarafından etrafı koca koca camlı ahşap doğramayla çevrilip bir oda haline getirilmiş kapatılıp odaya çevrilmiş sahanlık..

E, buraya kadar gelmişken dönüp gitmek olmaz. Aç bari kapıyı. Gir içeri..

Girdin..

Odamdasın..

Çarpık diyen de çıkar belki ama değil, üçgen bir mekan..

Çünkü aslında oda değil.. Sonradan o hale getirilmiş merdiven üstü bir mahal işte..

Önünde küçük bir balkonu da var..

Uzunluğu idare etse de eni yeterince geniş olmayan çömez bir balkon işte..

İçinde, şimdiki dilde minimal sözcüğüyle ifade edilebilecek sayıda ve nitelikte eşyanın bulunduğu küçük, basit bir oda..

Ama sana ait, nihayetinde..

Senin odan..

Eşyalar:

Metal iskeletli ve yine metal yaylı bir yatak,

Ailecek pikniğe gidildiğinde kullanılmak için alınmış olmakla birlikte tarafınca el konularak çalışma masasına çevrilmiş ayakları katlanır masa,

Gece çalışmalarında yardımcı olması için masanın kenarına monte ettiğin, o yıllarda daha çok mimarlık öğrencilerinin kullandığı cinsten ışığı ayarlı akrobat lamba,

Sırtını duvara verip de yatağa oturduğunda tam karşına gelen, kitaplık haline çevirdiğin beyaz yağlı boyalı iki kanatlı eski mutfak dolabı,

Dolabın önünde küçük bir sehpa, üzerinde bütün olimpiyat oyunlarını, o yılların Avrupa Kupası Maçlarını izlediğin 31 ekran siyah beyaz tv,

Kitaplık olarak kullandığın mutfak dolabının üzerinde eski, çok eski, kenarları ceviz, lambalı, AGA marka radyo..

****

Şimdilerde gülüp geçeceğin; tekrar o yıllara dönmek kaydıyla (kurnaza bak!..) tamamını satın almak için (güle oynaya) varını yoğunu ve hatta kalan ömrünü feda edebileceğin gençlik sorunların..

Okul bitecek mi, bitmeyecek mi hey Allah?..

Dersler, sınavlar, notlar..

Zeynep, Asya, Şelale, Ömür, Meral..

Ve benzeri onlarca(?) sorunun tamamının toplaşıp bir araya gelerek başına üşüştüğü bir günün gecesinde,

Rahmetli anneciğinin kabul günündeki ikramlardan arta kalmış, her biri (Konyalı halt etmiş) değme lokantaya kraliyet ahalisi misafir olsa gönül rahatlığıyla sunacağın ve ant olsun asla mahcup olmayacağın lezzetteki bilumum taamı topladığın koca bir tabak,

Yanında, olmazsa olmaz, bir dolu kadeh kırmızı üzüm suyu..

Ev halkını rahatsız etmeden ve daha da önemlisi babaya yakalanmadan, ayaklarının ucuna basa basa, sessizce.. Odanın kapısını açarken çıkan gıcırtıya küfrede küfrede.. Ama nihayetinde başarıyla içeriye vasıl olduğun gecede..

Ev yapımı mayonez soslu makarnaya, kısıra, mercimek köftelerine, taratora; yoğurda yatırılıp üzerine salçalı tereyağı gezdirilmiş yumurtalara gömüldükten,

Üzüm suyundan da kafi miktarda vücuda gönderdikten sonra neyi aradığını dahi bilmeden, kim bilir hangi dürtüyle açıp en baştan sona doğru, ayar düğmesini kıdım kıdım büke büke istasyon arar iken denk geldiğin bir kanalda, tam da John LeCarré kitaplarına yakışır biçimde kalın ve kaba bir sesle ve çok farklı bir şiveyle, ama nihayetinde Türkçe konuşan bir erkek spikere denk geldin..

Hep merak ettiğin, o merakla hep aradığın ama hiç denk gelmediğin bir istasyon: Moskova Radyosu Türkçe yayını..

Uzun dalgayla yapılan bir yayının o dengesiz, huzursuz, bir türlü düzen tutmayan; sinüs eğrisi misali bir yükselip bir alçalan ortamında ayakları -adeta- yere basmayan, soyut ve yabancı bir ses tonuyla Türkiye’den, batıdan ve Sovyet dünyasından haberler aktarıyordu spiker..

Konuştu, anlattı..

Anlattı, yorum yaptı..

Bir süre sonra durdu..

“Biraz da müzik şimdi..” dedi,

“Zerrin Özer söylüyor: O Yaz..”

Kısacık bir intronun ardından gencecik, incecik, çocuksu, naif, ama akıl almayacak kadar güçlü; amansız bir oktava sahip şıngır şıngır bir ses girdi şarkıya..

Herkesin, hepimizin başından geçmiş olan o masum, o çocuksu, o en coşkulu

ve en temiz,

Niteliği gereği -ne yazık ki- kısacık süren,

Ve belki de o sebeple unutulması mümkünsüz o ilk aşkı anlatıyordu, o berrak genç kız sesi..

Ne güzel geçmişti bütün bir yaz
Başımda kavak yelleri esen o yaş
Bense hanımeli kadar beyaz
Çalmıştınız kalbimi bilmeden biraz

Nasıl da koşuşurduk bahçelerde
Şarkı söylerdik mehtaplı gecelerde
Sen bana ben sana komşu evlerde
Kök sarmaşıklar gibi sarıldık o yaz

Eline değerdi safça elim
seninse arardı beni gözlerin
Öpüşürken korkusu bir şeylerin
Sevgimize ilk hüznü getirdi biraz

Çocuk kalbimize dolan gamlar
Oturup ağlamıştık sessiz çardakta
Çaresiz erken inen akşamda
Veda edip ayrıldık biterken o yaz..

…..

…..

Şarkı başladı..

Büyüledi..

Esir aldı seni..

Ve bittiğinde, başka bir şey duymaktan, dinlemekten korktuğun için,

Bir başka sesin ya da müziğin o büyüyü bozmasına izin vermemek için kapattın radyoyu ve odanın ışığını..

Ders çalışmadın sonrasında, o gece..

Uzunca bir süre öylece kaldın, uykuya dalmadan önce..

Bir cevap yazın

GIPHY Uygulama Anahtarı Ayarlanmadı. Lütfen Kontrol Edin