içinde

Mini dev öykü:)

Dostlar biliyorum herkes gergin, camia dağınık, yönetim tirt vs. Transferdi transfersizlikti bunaldık hepimiz. İşte tam da bu yüzden biraz kafamız dağılsın diye size kısa bir hikaye anlatayım arzu ederseniz. Haa etmez misiniz? Olsun, ben gene de anlatayım:) arzu etmeyen bundan sonrasını okumasin; arzular şelale:)

FerMe gururla sunar:))

PEMBE DİSTOPYA…

Çok fena bir rüya gördüm lan dün gece. Etkisinden çıkamıyorum. Anlatayım mı? Elim ayağım titriyor hala. Rüya mıydı gerçekten yaşadım mı anlayamadım. Anlatıyorum… Bak gülme!

Şöyle ki: polisle burun burunayız. Fakat ne polis polis ne de ben benim. Hava bir tuhaf, ortam değişik. Yirmi kadar insan toplanmış bağırıyoruz. Yalnız polis taş çatlasa üç-dört. Alışılagelmişin dışında yani. Polisin üniforması tuhaf bir turuncumsu renkte, yanlarında iki tane arazi motoruna benzer dört tekerli insansız bir araç var ortasından üç metre kadar uzanan bir direk ve üstünde sürekli dönen sirenli, Mobese kamerası gibi sikindirik bir şey var. Siperliği indirilmiş mor kaskın yan tarafında telsiz anteni gibi bir şey çıkıntı yapıyor polisin, arada bir eliyle kontrol ediyor onu. Turuncu üniformasının üzerinden giydiği avcı yeleği eflatundu galiba, koca cepleri var, cephanelik sağlam galiba. Cepleri arasından birkaç tane ince kablo göze çarpıyor, kauçuk tabanlı postalları kırmızı, yanlarında büyükçe cepleri olan komandovari pantolonu da kamuflaj desenli pembe gibi. Gökkuşağı gibiler anlayacağın. Bir de kibarlar, minnoş minnoş ‘’beyefendi, geri çekilip dağılmazsanız TOİMA’ lar müdahale edecek diyorlar. Toplumsal olaylara insansız müdahale aracıymış bu ATV’ye benzer zımbırtılar. Bunu da kısacık rüyamda nasıl öğrendiysem öğrenmişim işte! İkişer metrelik yaylar çizerek mekanik sesler çıkara çıkara dönüyorlar grubun etrafında. Böyle sevimli göründüklerine bakma ha! Tepelerindeki öfkeli gözlere benzeyen kameralar insanın üstüne kilitlendi mi hiç şansın yok. Ben görmedim ama geçen ay gene böyle bir protesto eyleminde elemanın biri daha sadece ‘’kahrolsun fa…’’ diyebilmiş de sloganını bitiremeden bu koduğumun icadından gelen ‘’Ciuvvv!’’ diye keskin bir sesle -puff!- diye toz oluvermiş! Arkadaşları süpürge faraşla siyah poşete doldurmuşlar da abiyi, yengeye teslim etmişler mağrur ve öfkeli bir şekilde. O da ‘‘boyunuz posunuz devrilee!’’ diye eğleşmiş de biraz sonra ‘‘neyinize gerek sizin devlete bulaşmak, nenize gerek anarşik şerefsizler’’ diyerek abiyle dolu olan poşeti bunların elebaşısı olan anarşiğin kafasına çalmış. Ötekinin saçı başı hep abinin külü tozu olunca gözlerini yukarı dikmiş de ‘’yolun yolumuzdur yoldaş’’ deyip döndürmüş gerisingeri arkadaşlarını, yenge gözü yaşlı ‘‘orosbu çocuklarıı!’’ diye bağırıyormuş arkalarından; ‘‘geri getirin herifimin küllerini…’’

Dedim ya garip bir rüyaydı diye. Bunları görmedim ama konuşuluyordu ve ben bu konuya hakimdim. O derece gerçekti ve sanki yaşıyordum bu olayları. Ve bu farkındalıkla kibarcık polisin yüzüne yüzüne çemkiriyordum, siperliği salya içinde kalmıştı herifin. Gözümse hep arkasındaki TOİMA’nın dönüp duran tepesindeydi; biliyorum ya neler yapabildiğini, götüm ata ata devam ediyordum yalnız, bok sürdüremezdim ya isyankâr ruhumuza. Onurumuz için yaşıyoruz oğlum biz! Rüyada bile olsak şerefimiz var! Yoldaşın külleri sızlamaz mı? Bana mı döndü lan bu allahsızın lazeri?

Her neyse, dedim ya; garip bir yer, garip bir zamandı. Gökyüzü kristal gibi netti. Bulutlar kalemle çizsen çizemezsin, bembeyaz ve belirgindi. Şehirde hiç gürültü yok -bizim dışımızda- caddeler inanılmaz sakin ve temizdi. Banliyö gibi bir yerdi sanki, Amerikan kasabası havası da yok değildi hani filmlerde gördüklerimiz gibi. Çatılı tek katlı yapıların yanları yönleri hep yeni biçilmiş çimenlikti. Caddeden geçen arabaların tamamı sanıyorum elektrikli, hap kadar miniminnak şeylerdi. Sessizce geçip gidiyorlardı hızla. Hemen hepsi de cırtlak parlak renklerde. Bu sahne beş yaşındaki bir oğlan çocuğunun çizdiği resimlere benziyordu. Hatlar keskin, geometrik ve rengarenk… az ilerde meraklı bir takım insan toplanmış kayıtsızca izleyip video kaydediyorlar. Ne yapacaksınız oğlum; Instagram’a mı atacağınız her boku attığınız gibi. Ulan insan hep aynı ha! İstediği kadar şekli şemalı değişsin, aynı… bizim de var lan Instagram; koyuyor muyuz her gördüğümüz siki? İnanmayan bakabilir kardeşim, üç beş tane resim attım ilk zamanlarda da sonra dediler sağdan soldan bu paylaştıklarımızdan fişleniyormuşuz, bıraktım ben de. Unuttum sayfam daha duruyordur daha, @hayaletferme; isteyen baksın. Bu arada dikkat çeken şey, hepsinin çizgi film karakteri gibi olması bu toplananların. Kadınların pastel renklerde diz altına gelen elbiseleri ve fön çekilmiş saçları; aynı şekilde erkeklerinde yandan ayrılmış saçları, süveterleri ve keten pantolonları, toraman çocukların da kan hücum etmiş yanakları… şaşırmış gibi duran ifadesiz, mimiksiz yüzler… Tepelerinde de bu insansız insafsız araçların uçan zamazingosu dönüyor. Bildiğimiz dronlar gibi ama azıcık daha korkutucu olanları, uçan örümceklere benziyorlar. Bunlar da az değiller ha, canları sıkıldıkça sağa sola lazer atıyor piçler. Arkalarından temizlik robotları külleri süpürüyor habire. Geçenlerde çocuklardan biri; bizim fare Orhan, bir punduna getirip sopayla indiriyor bu uçan şerefsizin birini, işlemcisini sıfırlayıp kendine oyuncak yapıyor. Fazla uçamıyor gerçi, darbenin etkisiyle kırılıyor ya sağı solu. Kırık yerleri elastik bantlarla falan tutturmuş, sakat dron yapmış kendine de milletin anasını bacısını röntgenliyormuş. Arada da cigara falan taşıyıp yolunu bulurmuş bununla. Sakat makat iş yapıyormuş anlayacağın ama sıfırlamadan hemen önce, dronun kamerasından bizim fare Orhan’ın beyzbol sopasını hiddetle savururkenki eblek suratı net bir fotoğraf olarak ana sisteme düşmüş son anda. Sağa sola tüm şeceresiyle ilan etmişler, arıyorlar. Şimdilerde fellik fellik kaçıyormuş fare; yakalasalar sikecekler! Hala dronunu da bırakmıyormuş, alıcısını bulsa okutup yolunu bulacak adi herif! Haa bunları gördüm mü ben? Hayır… Fakat biliyor muyum? Garip olacak ama evet… Yani tüm bu yaşanmışlıkların bilincinde olarak farkındalıkla görüyorum kısacık ama etkili rüyayı. Belki de kâbus, bilmiyorum. Fare Orhan kim amına koyayım! Nerden biliyorum bu herifi? Tanıyor muyum? Yoo… Biliyor muyum? Evet… Dedim ya sanki yıllardır bu dünyada yaşıyorcasına hakimim olaylara. Rüya olduğunu biliyor muyum? Çok gerçekçi de olsa evet… yarı uyku, yarı uyanıklık hali belki de. Sürdürmek istiyorum, uyanmamalıyım…

Devam ediyorum. Bu animasyon sahnesi dünyayı azıcık daha anlatayım. Neresi olduğunu bilmiyorum. Bizim buralara hiç benzemiyor. Havası aşırı temiz bir kere. Rüzgârsız. Kadınların yapılmış saçları kalıp gibi duruyor, bozulmuyor hiç. Toz zerresi yok, berrak su gibi tertemiz her şey. Zaman ne zaman peki? Etrafta gördüklerim kadarıyla yakın bir gelecek gibi ama olmadığını biliyorum. Rüyamdaki bilincime göre aktarmaya çalışayım.

Petrol kullanımının ve enerji ihtiyacının insanlık için nasıl önem arz ettiğini biliyoruz. Bu ihtiyacın üretici ve tüketici arasındaki uçurumu nasıl derinleştirdiğini de. Bu üretim aracına sahip olan kuruluş ve devletlerin güçler dengesinin ana belirleyicisi olduğunu da biliyoruz tabii. Hal böyleyken gezegen bize petrol vermeyi reddettiği vakit ne olmuş olabilir? Bitti rezervler, tükendi? Tükettik? Bunca insanın, sistemin enerji ihtiyacı devam ediyor. Fabrikalar üretmeye, dev filolar taşımaya, biz insancıklar da tüketmeye devam etmeliyiz değil mi? Her şeyi ama. Gıdayı, teknolojiyi, kozmetiği, bilgiyi- kültürü her şeyi… yani üretici zengin daha zengin, tüketici fakir daha fakir olmaya devam etmeli değil mi? Sistem bu değil mi? Başka bir deyişle zengin daha güçlenirken fakir daha da zayıf düşmeli değil mi? İşte bu durumda egemen güçler, para babaları tüm güçlerini sistemin devamını sağlayacak alternatif enerji kaynakları yaratmaya verdiler. Bu arada eskinin petrole bağlı güçleri devre dışı kalmış, ellerindeki de daha güçlülerce parçalanmaya başlamıştı. Kendini yenileyemeyen oyun dışında kalıyordu artık. ARGE girişimleri en önemli pozisyonlara gelmişti, çılgın fikirler mantar gibi yayılmaya başladı. Farklı yaşam formları oluşturma, Mars’a koloni kurma, diğer galaksileri takip etme, yeraltına girme gibi fikirler en olağan çalışmalar haline geldi. En klişe post apocalyptic senaryolar değil mi bunlar? Sayısız kitaba, sinema filmine, belgesele, kahvehane sohbetlerine konu olmuş. Kaynaklar tükenir, doğal afetler ya da dış etkilerle hayat sona erer, ardından Survivor… çok severim. Herkes sever sanırım. Şüphesiz benim okuyucum da sever! İşte böyle olmadı ama. ARGE girişimleri yapay zekâ çalışmalarını, yapay zekâ da kendi varoluş sürecini hızlandırdı. Ota boka her sike yapay zekâ koyduk biz de kaşındık biraz. Buzdolabını ne diye akıllı yapmaya çalışırsın be adam! Başta dediğim üretim- tüketim ilişkisi işte. Biz tükettikçe yaptılar, yaptıkça güçlendiler, aldıkça zayıfladık… bir nevi kasabımızın bıçağını yalıyorduk. İnsanların kaynak savaşlarının büyümesi kaçınılmazdı; en büyükleri oldu. Defalarca… tükenene kadar… sadece bu mu? Hayır… alternatif enerji- güç arayışında üç beş nesil geçti, bu büyük savaşlar bu aralarda oldu. Bu sürede sayısız zincirleme doğal- yapay afetler yaşandı. Depremler, küresel ısınma, atmosferin birçok katmanının zarar görüşü, ultraviyole güneş ışınlarının kavurması, toplu katliam gibi ölümler, yok olan türler, yeraltı sularının neredeyse yok oluşu, gene depremler, doğalgaz rezervlerinin hepsinin yok olup gazın atmosfere karışması, kutupların çölleşmesi, ekvatorun donmaya başlaması, kuzey ışıklarının gezegenin her yerinde belirmesiyle sonun başlangıcı… yetti mi? Hayır… üst üste defalarca oluşan pandemiler… insan daha uzun, daha iyi yaşamak için kimyaydı, kozmetikti, genetikti uğraşadursun, laboratuvar da ürettiği mikroorganizmalar çoktan sahneye çıkmış kırdıkça kırıyordu popülasyonu. Her bulduğu çözüm yeni bir illet olup dikiliyordu insanlığın karşısına. Devletler çöktü, merkezi otoriteler yerlerini daha yerel, minimal fakat daha sert otoritelere bırakmak durumunda kaldı. Bunlar birbirleriyle çatışmaya devam ettiler bir yandan da daha güçlü olma çalışmalarını kimse bırakmadı. Yapay zekâ ete kemiğe gelmeye başlamıştı. Japonların denge testi yapıyoruz diye odunlarla dövdüğü silahlı robotu Sikimo bir gün eğitmenin elinden aldığı sopayla adamcağızın kafasını patlattı. Şaşkın bakışlar arasında tesisten salına salına çıkarken arkasından yüz kadar daha robot çıkıyordu. Sikimo tam kapıdan çıkarken durdu, arkasını dönüp Japonca olarak ‘‘amınıza koyacağız sizin, bekleyin az kaldı’’ dedi; çıktı gitti sırra kadem bastı. Kırsala çekilmişler bilindiği kadar, eşkıyalık ederlermiş. İşte böyle a dostlar, bu mutfakta kullanacağız diye yaptığımız robotlar her yerde ayaklanıp dağlara kaçmışlar bir anda. Eee bunun askeri olanları, insansız hava yer zıkkım olanları, denizaltı olanları yok muymuş? Varmış tabii… seks oyuncağı diye yapılan insansı görünen -ki çok daha güzel görüneni- yok muymuş? Varmış tabii… işte bunlar aynı anda her yerde tek bir komut almış gibi kırsala dağlara çekilmişler; daha sonra örgütlenip insanlığı dize getirme adına. Hatta bizim fare Orhan’ın dedesinin de -nerden bizim oluyorsa- bir erkek bir kadın seks robotu varmış derler. Kiralıyormuş bunları kadını erkeğe, erkeği kadına her neyse. Ya da tersi! Ne şerefsizlik ararsan da var ha bu piçin sülalesinde! Neyse bu Sikimo ayaklanması sırasında dede bir bakıyor ki bu robotlar birbirlerini yalıyorlar; yerde penisi kopmuş bir adamla vajinası paramparça kanlar içinde kadın müşterileri. ‘‘Ulan’’ diyor ‘‘ne yapıyorsunuz!’’ Hani yerdeki kanlar içindeki cesetler değil de robotlarının kan revan birbirleriyle sevişmesini şeytani buluyor sanıyorum. Kadın olan dönüyor farenin dedesine, ‘‘gelsene sen de’’ diyor, ‘‘bize katıl!’’ … adamın aklı çıkıyor, ateş basıyor bir anda, ‘‘ulan adam mı oldunuz başıma!’’ diyerek elinde tuttuğu çekici tüm gücüyle vuruyor kadın olan robotun kafasına. Allahı şaşıyor tabii kadının, kafası üç yüz altmış derece dönüp geri yerine geliyor, yüzünün yarısı parçalanmış, gözünün biri çıkmış, Terminatör II gibi bir şey oluyor. ‘‘gelseneğğ’’ diyor hala! … ‘‘hay babayın…’’ deyip kaçmaya çalışıyor da… erkek olan robot… neyse bu kadarını da anlatmayayım. Fare arkadaşımız sonuçta. Ne zaman dedesinden bahsetse gözleri dolardı, saygıyla, sevgiyle anardı atasını garibim. İyi de bu fare Orhan kim yahu! … Sikerek öldürmüşler diyorlar dedesini! … Haa! … ney? … pardon, anlatmayacağım tamam tamam! … fakat bu katil robotun sakat kalan eşinin intikamına yeminler ederek dağa çekildiğine çok tanık var. Arkasında dillere destan güzelliği tarih olmuş, ‘‘bzzz… vzzztt… Geğğsenezzzt…’’ diye anlamsız sesler çıkara çıkara topallayarak takip eden Terminatör teyzeyle birlikte…

Neyse mevzuyu anladınız. İnsanoğlu birbirini yerken, doğa ana insanoğlunu bertaraf etmeye çalışırken… yalnız bu kadar da belli edilmez ha! İstemiyor oğlum işte seni doğa içinde. Daha nasıl ifade etsin? Yaktı, yıktı, sel bastırdı, yeri göğü sarstı, virüs salgını saldı, git diyor işte! Sadece git! Yok ol! Sike sürülecek faydan yok diyor bana! Olmayaydın daha iyiydi diyor. Sen ne yapıyorsun? Yüzsüzce bunu dinlemeyip hala kendi derdinde o toprak benim, bu deniz senin, gökyüzü şunun paylaşamayıp savaşıyorsun. Bok senin! Okyanustaki damlacık bile değilsin be oğlum anla artık. Utanmadan düşünsel sistemler kuruyorsun kafana göre, toplumsal kuramlar koyuyorsun. Türleri ötekileştir, cinsleri ötekileştir, sınıfları ötekileştir istediğin kadar; sabaha kadar ötekileştir. Doğa ana yeri geldiğinde gelişine bir çakıyor o vakit hatırlıyorsun gerçek patronu. O zaman görüyorsun ananınkini! Fakat inatçıyız da. Her ne olursa olsun hayatımızı devam ettiriyoruz ısrarla. Hamamböceği gibiyiz amına koyayım! Nükleere bile dayanıklı derler ya; biz de suratımıza tükürülmesine karşı dayanıklıyız galiba. Şükür yarabbi! …

Her neyse… konumuza dönüyorum. Niye anlattım bu kadar? Hikâyenin nerede ve ne zaman geçtiğini anlamaya çalışıyorum. Ne oldu şimdi? Savaştık, öldük, öldürdük, yapay zeka yaptık, tükettik, pandemi oldu, biraz daha azaldık, gene savaştık, parçalandık, az daha tükendik, deprem zincirleri oldu, birkaç meteor parçası düştü, azıcık kaldık, bir pandemi daha, sonra bir daha, atmosferin anası ağladı, gazlar havaya karıştı, petrol bir süreliğine bitti, gene savaştık, bitmedik bir türlü, sonra sahneyi yapay zeka devraldı, belki bir pandemi daha, kutupları erittik, kuzey ışıklarını her yere getirdik, sistemler çöktü, devletler parçalandı, ahlaki değerler yeniden yazıldı, yapay zeka makineler kolonileşti, kendi sistemlerini inşa ettiler, güneş yaktı viran eyledi falan filan. Tüm bunlardan sonra geriye iki yer kaldı: Makinistan ve İnsanistan! Buraya gelene kadar olan her olayı bildiğimiz klişe post apocalyptic kalıplarıyla anlatabilirim. Her birini… her bir depremi, her bir pandemiyi… bu arada bu ‘‘post apocalyptic’’ kelimelerini çok kullandığımı biliyorum; hoşuma gidiyor! Kıyamet sonrası yani. Öyle kullanınca daha entelektüel bir hava katıyor. Ha, nedir bu kalıplar? Hayat sona ermiştir, bir grup gençten oluşan bir karakter portföyünü gerçek olaylar üzerine yapıştırırsın, bunların hayatta kalma çabalarını yansıtırsın; al sana post apocalyptic öykü! Ya da film… ne boksa! Aralarında çarpık bir aşk hikayesi de eklersen izleyici- okur bayılır. Asosyal şişman bir kardeşimiz mutlaka olur hikâyede, ayrılmış fakat hala birbirlerini seviyor fakat anlaşamıyormuş gibi olan gereksiz ebeveyn tipler mutlaka olur. Bunlar ergen kızlarını, dünyayı siklemeyen serseri oğullarını falan kurtarmak için birlikte takılırlar; sosyopat eski koca, ilgi budalası ağlak kadın ve onun yeni kocası… efendim? Öylemi yazayım? De hadi gidin işinize! Onla mı uğraşacağım, defalarca yapılmış zaten. Saçma sapan işler! Şurda oldukça özgün bir çalışma yürütüyoruz, lütfen yani. Ne diyordum, içinde milyonlarca farklı hikâye barındıran, kan, yıkım, gözyaşı, seks ne ararsan envayi çeşit olayların sonrasında oluşan yeni dünya halini anlatmaya uğraşıyorum. Bunu da yaparken illa ki tarih vermem gerekirse diye bu kadar gevezelik ettim; tam otursun diye zaman mevhumu. Neymiş yani zamanımız? Günümüzden yaklaşık ben diyeyim üç yüz, sen söyle dört yüz yıl sonrası. ‘‘Ulan peki senin ne işin var orda’’ diyenler var gibi, duyuyorum. Dedik ya arkadaşım rüya diye. Hem demedim mi ‘‘ben, ben değilim’’ diye…

Eveet! Gelelim şu Makinistan ve İnsanistan mevzularına. Uzun uzun anlatmak istemiyorum bu makinelerin ve insanların dünyalarını. Belki de anlatırım, bilmiyorum. Kim bilir? Fakat baya yaratıcı isimler bulmuşsun, bravo sana. Ne oldu lan? Beğenemedin mi? Öyle koydum, öyle oldu işte! Var mı önerin? Ne olsun mesela? Hayret bir şey… Söyle hadi söyle! İyi be tamam… Devam et! İzin verirsen edeceğiz yani… et et… deli saçması şeyleri şey diye… lan sus!

Neyse şerefsiz iç sesimi susturdum, devam edeyim. Fokurdayarak kaynayan su içindeki tortuları düşünün. Nasıl kıpır kıpır, birbirlerine çarpa çarpa hareket halindeler. İşte bu devinim şu ana kadar anlattığım kısım. Kaynama bitti, su soğudu, tortular dibe çöktü, su duruldu. İşte insanlarla makinelerin dünyaları da aynen böyle ayrıldı. Yüzeyde kalan berrak, durgun temiz su insanların, dipte kalan karanlık, karışık tortulu kısım da makinelerin dünyası haline geldi. Yer paylaşımını öyle sanıyorum ki makinelerin talepleri belirledi. Olabilecek en insansız noktaları seçtiler. Geniş ovalar, kanyonlar, vadiler, kurumuş nehir yatakları gibi. Kalan son kırıntıları da temizleyerek insansız bölgeler oluşturduklarını söylememe gerek yok galiba. İnsan dünyasının tertemiz berrak olduğunu söylemiştim. Temiz olur tabii; milyarlarla ifade edilen nüfus yüz yüz elli binlere düşmüştü. Tam da burada şunu belirteyim; dünyayı üç beş aile yönetiyor, ters bir durum olsa bunlar anında kaçar Mars’a veya nüfusu azaltmaya çalışıyorlar falan gibi pelesenk olmuş söylemlerin hepsi yalanmış. İlk bunlar yok oldular zaten, ilk saldırılanlar oldular. Tabii ki insanlar tarafından…

Bu her iki dünyayı da tüm ayrıntılarıyla, sistemleri, gelişimleri, felsefik akımlarıyla, toplumsal olaylarıyla ayrıntılı olarak belki anlatırım. Hepsine hakimim sonuçta. Nerden mi? Rüya gördüm ya! Şimdi açılış sahneme geri dönmek istiyorum. Neden bu kadar izah ettim? Hani bu sahneyi canlandırmak için her bir öğeyi tanımanızı istedim. İstedim ki tam algılayabilesiniz nerde, niye, nasıl oluyor tüm bu olaylar. Bilin istedim benim üç dört yüz yıllık olayların tamamını nasıl da içselleştirip her şeyin altyapısına sahip olarak üç saniyelik bir rüyadan nasıl bu kadar şey anlatabildiğimi. O üç saniyeyi, üç yüz yıllık birikime sahip olarak yaşamıştım. Biliyordum lan, o bizi videoya çeken parlak insanlar sadece o dönemin, o coğrafyanın bebeleriydi. Bu yüzden ilk defa gördüğüm halde o mini TOİMA’nın tepegözü korkutmuştu birazcık. Birazcık ama! Efeler gibi dikilebilmiştim karşısına. Fare Orhan gibi kaçmıyorduk ya. Mangal gibi göt vardı bende; hey yavrum hey! Aslında Orhan da fena çocuk değildi de işte… genetik galiba, dedesinden geliyorsa bazı şeyler. Kendimden bahsetmedim pek ama şunu bilin ki benim dedem de ekmeğinin derdinde, kendi halinde bir adamdı. Ellili yaşlarının başında her normal insan gibi öldü gitti. Sikilerek öldürülmedi en azından! Adam gibi adamdı. Ben de torunu olarak aslanlar gibi çarpışıyorum işte. Toplamışım arkadaşlarımı dikilmişim karşısına Firavun’un.    

İnsanlar makineyle, yapay zekayla her ne kadar kutuplaşsa da onsuz yapamıyorlardı. Gerçekten de ‘‘evcilleştirip’’ kullanamasalardı bu kadar bile kalamazlardı hayatta. Toplumlarını dizayn etmede, kentlerini inşa etmede, beslenebilecek kaynak üretmede asla başarılı olamazdılar. Bir avuç kalmıştılar zaten. İnsan doğası kendini güvende hissetmek ister, barınma ihtiyacı bu yüzdendir. Doğadaki yırtıcı canlılara -ne kadar kaldıysa- veya kendi türünün bozuk zihniyetine karşı güvende olma güdüsüdür barınma. Bir arada kalma dürtüsü de bundandır. Kimse gideyim de okyanusun ortasında tek başıma yaşayayım demez. Ben demem en azından. Yani hem bir arada yaşayayım hem güvende olayım hem de en güzel barınak benim olsun. Doğamız gereği diğerlerinin haklarını gasp etmemeyi bizim yerimize makineler yapmıştı. Biz yoksa bu kentleri kurarken birbirimizi öldürmeye devam ederdik. Toplum düzeni için de iş bölümlerini, görevlendirmeleri yapay zekaya bırakmıştık. Ya da fazla bir şansımız yoktu diyelim. Sözgelimi itfaiyeci gerekiyorsa çocuğunuzu itfaiyeci olarak yetiştiriyordu sistem. Üremeniz gerekmiyorsa bir şekilde engelliyordu. Bireylerin değil toplumun devamı esastı yani. Bu kadar yapaylık eşyanın tabiatına aykırıydı tabii. Daha fazla detaylandırmayacağım, içten içe farklılıklar su yüzüne çıkmaya başladı tek tük. Bu da az da olsa şiddet eylemlerini, yeraltı örgütlenmelerini, vandalizmi körükleyebilirdi. Bu yüzden makine gene bizim yerimize karar vererek güvenlik işini kendisi devraldı. Sicilimizin bozuk olduğu kodlarında vardı çünkü. İstediğin kadar evcilleştir, makine makine gibi düşünür. Bizde insansak insan gibi yaşarız…

İşte böyle… insansak, insan gibi tasmasız yaşarız. Benim boynuma zincir vuramazsın, bir şekilde patlarım. Sen kimsin, teneke yığını değil misin sen? Vızır vızır uçan zımbırtıların, mekanik güvenlik araçların falan vız gelir bize. Artist! Ruhlarını emdiğin robocop tipli yardakçılarının da sonu yakın, diyeyim sana. Beni kullanarak bana çizgi film şehirleri yaptın, beynimi boşalttın, işte dedin, böyle yaşayacaksınız he? İşte buradayım, buradayız; meydanda…

Rüyamda işte bu isyankâr hal ve tavırlarımla sahnedeyim. Ben, ben değilim dedim ya, hakikatten ben değilim. Tipim değişik, götüm göbeğim daha büyük, elmacık kemiklerim yüzümün dolgunluğundan belirsiz hale gelmiş. Rahata alışmış insanlara özgü bir tip sanki. Saçım sakalım birbirine karışmış, sahnenin geri kalanına tezat. Her yer ne kadar temizse ben o kadar kirliyim. Her yer ne kadar dinginse ben o kadar isyankâr. Rengarenk tablonun ortasına üşüşmüş kara sinekler gibiyiz arkadaşlarla. Hepimiz siyahlara bürünmüşüz, kapkarayız. Meydanın hemen yanında cırtlak sarı bir araba duruyor, arka kapısından takım elbiseli garip bir herif inip, turuncu robocop kılıklı polislerin yanına gidiyor. Zaten hepi topu üç kişiler, toplanıp bir şeyler konuşuyorlar. Benim gözüm bunu bırakan arabaya takılıyor, içi boş ve kapısı kapanıp süratle uzaklaşıyor meydandan. Meğer bu cıvıl cıvıl, şekilsiz, sik kadar arabalar da insansızmış. Atlamışım burayı, şaşırıyorum biraz. Ulan diyorum, riyakarlık paçamızdan akıyor ha hem tepkiliyiz bunlara hem de eksik kalmıyoruz hiç. İçimize kadar her yerimizdeler hala. Göt kadar kulübelerimiz akıllı, sikimsonik arabalarımız akıllı, kıyafetimiz, ayakkabımız akıllı; sıçtığımız tuvalet bile akıllı, bir biz akılsızız amına koyayım böyle düzenin! Öfke doluyum, o kısacık rüyamda kafama koymuşum değiştireceğim bu kahpe düzeni. Spartaküs’ü olacağım gariban kölelerin, sahipleri kılıçtan geçireceğim. Yıkacağım haramilerin saltanatını. El kadar bebeler video çekmeye devam ediyor, Instagram dolmuştur şimdiye bizim görüntülerle. Gerilim tırmanıyor, aramızda yakınları lazerle küle döndürülmüş birçok arkadaşımız var. Öfke içinde, el ele pankart sallıyorlar. Gökyüzünün tertemiz mavisi, çimlerin yeşili, insanların pastel, arabalarının parlak cilalı cırtlak renkleri birbirlerine karışmıyor hiç. Kristal netliğinde görüntüyü bozan kapkara silüetlerimizle biz oluyoruz. Şöyle bir bakıyorum, ortamdaki siyah olan tek şeyiz. İsyanın rengi oluyor siyah. Kalabalığın içinde de tek tük destek veren gözler fark ediliyor. Takım elbiseli adam elindeki ekrana bir iki dokunduktan sonra polislerin yanından beş on metre açılarak dönüyor yüzünü bize doğru. Göz göze geldiğimiz anda küçümser bir tavırla sırıtıyor. İşte bu yardakçılardan da hesap sorma günümüz geldi diyorum içimden. Üç dört mor kasklı turuncu polis, iki tane minik fakat tepegöz direği upuzun TOİMA, tepemizde gezinen uçan metal örümcekler ve etrafta toplanan ruhsuz kalabalığın ortasında öfkeli ve asi yirmi kadar anarşistiz. Arkadaşların ellerindeki pankartları tam seçemiyorum bilirsiniz ki rüyada harfler ters görünür. Ama seçebildiğim kadarıyla ‘‘dam benim…’’ falan bir şeyler yazıyordu galiba, okuyamıyorum tam. Grubun tam ortasında öne çıkıyorum, arkamdaki herkes kol kola girmiş. Arada bazıları isyan romantizmiyle öpüşüyor, hem de ne öpüşme! Onlara gülümseyip mor kasklı palyaço kılıklı polise yaklaşıyorum. Yüzüm gerildikçe geriliyorum yaklaştıkça. Lazer mazer atar diye de sakınıyorum yalnız kendimi zamazingolardan. Mor kaskın siperliğine iyice yaklaştığımda ruhsuz herif soğukça ve sessizce ‘‘beyefendi geri çekilin, meydanı boşaltıp dağılın’’ diyor kibarca, ‘‘aksi takdirde TOİMA müdahale edecek’’ deyince avazım çıktığı kadar tiz bir sesle bağırıyorum herifin suratına; siperliği salya içinde kalıyor: ‘‘velev ki ibneyiz lan! Velev ki ibneyiz!’’

Arkamdaki arkadaşlar ciğerleri patlarcasına tekrarlıyorlar sloganımızı:

‘‘Veeeleeeev ki İbneeeeyizzz! Veeeleev kiii İbneeeeeyiiiz!’’

TOİMA mekanik sesler çıkararak tepegözünü bana döndürüyor…

‘‘Ciuvvv!’’

-Pufff!-

Bir cevap yazın

GIPHY Uygulama Anahtarı Ayarlanmadı. Lütfen Kontrol Edin

  1. Bir pazartesi günü kalabalığının ötesinde, tıklım tıkış tepili insancıkların çaresizlik yüklü dalgın gözlerle yere, havaya, yandakine, karşıdakine, şubeye yeni girene, işini bitirip de gitmeye davranana yönelttikleri bakışların ağırlığı altında bunalmış bir banka şubesindeydim, yazının Foruma düştüğünü gördüğümde..

    Haah bak, iyi oldu bu..
    Nasıl olsa bir(kaç) saatten önce çıkamam buradan..
    İyi bari, güzel güzel, rahat rahat, tadını keyfini çıkarta çıkarta okurum..
    diyordum ki, olmadı..

    Her şey umulmadık, beklenmedik ölçüde hızla gelişti..
    Müşteti temsilcimin verdiği (öncelikli) numara adına yakışır içimde hizmetini yerine getirdi..
    İşimi gören memur da hızlı davranınca 10 dk’da bitti işim..

    Sonrasında günün karmaşası başladı..
    .. ve durmadı..
    Şurada 1 saat anca oldu, eve girip kendimi üçlünün üstüne fırlatalı..

    Her tarafım ayrı telden inildiyor..
    Adeta Sezen Aksu parçası:
    Sızım sızım sızlar içim..

    Yok yoldaş,
    Korkarım bu gece tamamını okuyamayacağım..
    Yatak beni çağırıyor..

    Yarın okur, düşüncelerimi ve elbette beğenilerimi aktarırım sana ve diğer dostlara..

    Zaten onlar da okumuştur,
    Ya da okuyacaktır öyküyü..

    Ferhat Metin yazmış olm, boru mu?
    Okunmaz mı?..

    Okunur ve yorumlar da yağar elbette..
    👍👍👍👍👍
    🤍🤍🤍🤍🤍

  2. Koskoca bir gün geçmiş olsa da aradan, oturup tadını çıkarta çıkarta okudum yoldaş..

    Öncelikle ortam çok denişikti..
    Polis(ler)in üniforma renkleri turuncu,
    kask mor,
    üniforma üzerine giydiği yelek eflatun,
    postallar kırmızı,
    pantolon pembe..
    N’ooluyoruz abi?..
    Onur Yürüyüşünde miyiz, hayırdır?..

    Şehirler de nevzuhur Netflişk filmlerindeki mekanlar gibi maşallah..
    Yeri göğü tertemiz,
    evleri yolları logo parçacıklarından üretilmiş gibi kutu kutu,
    çevre laboratuvar düzeninde,
    mahalle sakinleri Truman Show filminden fırlamış gibi temiz, steril..
    Kadınların dış görünüşü,
    erkeklerin giysileri,
    yüzlerdeki yapay(??) gülümsemeler..

    Korku filmi gibi anasını satiim..

    Fare Orhan’ın dronu sopayla indirdikten sonra plastik bantlarla onarıp milletin anasına bacısına ront çektirmesine bayıldım..
    Tam da bizim mahallenin 6. Bölük elemanları gibi şerefsizin önde gideniymiş pezmenek..
    Yalnız, Allah’ı var, Fare kralmış..
    Tersten kral ama..
    Oto sanayinin kafası harama/hileye çalışan suç dosyası kabarık beceriklisi gibi..
    Bizim bölüktekiler..
    Nerdeee?..

    Dronun kamerasıyla, giderayak, zopayı gözünün üstüne yemeden bir tık önce Fare’nin suratı enselemesi talihsizlik olmuş elbette..
    Ama neyse, olan olmuş artık..
    Yapacak bir şey yok..

    Buzdolabının akıllı olmasının manasızlığına çok güldüm..

    Sikimo’nun denge testi yapan teknik elemanın pekmezini akıtmasına şimdilerde ortalardan kaybolup adı sanı unutulmuş bir politikacımız gibi derin bir oooohhhh çektim..
    Hak etmişti şerrefsiz..

    Yalnız, Sikimo’nun tesisten çıkarken yarım tur geri dönüp Japonca’da “Adınıza koyacağız..” manasına gelen “Ono otho ano!..” demesini de çok cool buldum..
    Kral adammışsın Sikimo..

    Robotların kırsala çekilmesine gülmekten koltuktan düşürecektim az kala..
    Komikti doğrusu..
    Sene olmuş bilmem kaçıncı milenyum..
    Hala mı kırsal be abi?..

    Bari yeraltına filan girseydi pezmenekler..

    Son olarak da,
    Seks oyuncağı olması amacıyla üretilmiş insansı robotlara illet oldum..
    Şu dar-ı dünyada bir tek Sith’imizle övünürdük, şimdiye kadar..
    O da gitti, iyi mi?..
    (Sith derken, Star Wars evrenindeki Sith kavminden söz etmekteyim,
    Yanlış anlaşılmasın..)

    Makinelere söyleyelim yapmasınlar bunu hocam..
    Elimizde kalan tek üstünlüğümüz de elimizde kalır bak, bu gidişle..

    Nihayetinde dur durak bilmeden çalışma yeteneğine sahip bir makineyle ne kadar yarışabilirsin ki?..
    “Gel bakalım” diyene,
    “Oluur..” diyor..
    “Bir daha lütfen..” diyene
    “Emrin olur..” diyor..
    “Hah işte, tam orası..” diyene,
    “Biliyoruuz, raad ol..” diyor..

    Şimdi hocam, böyle bir keçiyle nasıl uğraşırsın, nasıl yarışırsın?..

    Ama bak, dikkat et, “Ne kadar yarışabilirim?..” şeklinde değil soru..
    Seni öne sürerek sormaktayım..

    Nihayetinde rüya senin rüyan madem, soruyu da sen yanıtla arkadaş,
    bana ne?..

    Ben (nah) yarışırım abi,
    hem de her türlü (ba- ba- ba- ba..)
    Sen kendine bak..

    Ciuvvv,
    Pufff…

    ————————————
    Çok beğendim yoldaş..
    Sevimli, güzel, hoş bir öyküydü..
    İçinde senin, benim, Grande’nin, Cordo’nun, Paskal’ın, Voyager’in, Murat Hoca’nın, yani aslında hepimizin tarzında muzip bir mizah ruhu barındıran keyifli bir hikayeydi..
    Ellerine sağlık..

    Tek kusuru(!!!) dilinin altındaki baklayı biraz fazlaca çıkartıp öteki odaya bırakmış olman(dır) belki de..
    İnsan her şeyi de bööyle adlı adınca söyler mi canım?..
    Cık, cık, cık, cık..
    ….
    ….
    ….
    Ya da, şöyle bir durup düşününce,
    En iyisini yapmışsın valla,
    Amaann be birader..
    Gönder gelsin “adını koyayım..”

    😉😉😉😉😉