içinde

Triportör..

Şehir içi taşımacılığının bildiğiniz at arabalarıyla yapıldığı yılların ardından, yurdun gelişmesine paralel olarak ihtiyaç hasıl olduğu için kamyonetle yük taşıma seviyesine geçildiği yıllardı..

Ülke siyaseti, her zaman olduğu gibi yapılabilecek en yanlış seçimi yapmış ve Skoda kamyonetler ithal etmişti memlekete..

Skodalar Çarpık Emine olarak anılırdı..

Çünkü, araç boşken bildiğin V harfi gibi içe dönük olan arka tekerlekler yük aldıkça önce düzelir, daha da yüklendiğindeyse bu kez aksi yöne doğru açılarak ters V halini alırdı..

Yıllar yılı esnafın işini görerek bir derde derman olsalar da, nihayetinde kalitesiz, hatta düpedüz kötü araçlardı bunlar..

Ama dedik ya işte, ihtiyaç diye.. Hah işte ondan olsa gerek, ilerleyen yıllarda -beterin de beteri misali- Çarpık Eminelerden de kalitesiz, hatta düpedüz komik araçlar çıktı meydana.. Arçelik firmasının ürettiği Triportörler doldurdu ortalığı..

Garibim Skodaların ahını almış olmalıydık.. Çünkü bu gelenler işin iyice rezilliğini çıkartmışlardı..

Daha çok Hint filmlerinde görülen türden araçlardı bunlar.. Önde tek, arkada 2, yani toplamda 3 tekerlekliydiler. 

Daracık bir şoför mahalline kafayı iyice keserek iki büklüm binen sürücü ve yanına binen yük sahibiyle birlikte sıkış tepiş yolculuk edilen araçlardı..

Şoför mahallinde direksiyon yoktu.. Onun yerine Vespa motorsikletler gibi düz bir gidon bulunurdu..

Gidonun sağ ucunda mobiletlerde olan cinsten bir gaz kolu bulunur, sağ ve sol ucundaki (bisikletlerde bulunan cinsten) tel frenler yardımıyla da gerektiği vakitlerde hız kesilir ve nihayetinde araç durdurulurdu..

Benzinliydi triportörler.. Ama sırf benzinle değil, benzin ve 10 numara motor yağı karışımıyla yürür, bu nedenle de egzozundan geniz yakan keskin kokulu, koyu ve mavi bir duman savururlardı..

Yük için yeterli, hız içinse son derece kifayetsiz olan motorları gaz verdikçe az sonra uçacakmış gibi bir ses çıkartmasına karşın niyetine girip de şöyle sağlamına kovalansa yakalanacak kadar yavaş bir hızda, tırıs tırıs yol almasına elverirdi..

Akşamki maçta takımı seyrederken o eski günlere gidiverdim adeta..

Görüntüde Arçelik Triportörler gibi “Hııığğnnnn..” diye zorlanarak bi alay gürültü çıkartmakla birlikte ortaya koydukları işle çıkarttıkları vaveylanın arasında pek bir orantı olmayan üç-beş oyuncu sebebiyle 3 puan almadan dönüyoruz evimize..

Alex, total toplamda hala etkisiz..

Can, son derece iyi niyetli ama Josef kadar güçlü değil..

Can’ın yerine oyuna giren Pjanic, Can kadar bile değil..

N’koudou henüz tam olarak form tutamamış.. Son derece hareketli, istekli.. Ancak içine daldığı kalabalıklar arasında yolunu yitirip kayboluyor..

E, bu kadar eksikle de olsa olsa ancak böyle bir sonuç alınabiliyor..

Hırs, arzu, istek çoktu..

Çaba çoktu, Allah için, amenna..

Peki ya netice?..

Netice, yoktu ne yazık ki..

Oysa, kağıt üzerinde, nasıl da pırıltılı bir kadromuz vardı sezona başlarken, değil mi?..

Her şeye rağmen, bu kadro ve bu yönetimle bile çok daha iyi bir yerde olabileceğimiz bir sezonu daha harcadık, bu sene..

Yazık oldu..

Unutmadan, o kadar duraksamaya ve onca oyuncu değişikliğine karşın 3 dk.lık uzatma biraz komik kaçmadı mı sizce de?..

Bir cevap yazın

GIPHY Uygulama Anahtarı Ayarlanmadı. Lütfen Kontrol Edin

  1. Yok yoldaş normaldi:))

    Hatta tabelayi kaldırdığında ben 3 dk. kısaltma verdi diye düşündüm! Yani, oyunun hiç durmadığı bir top oynanmış… ( 9 oyuncu değişikliği 30’ar saniye sürsee??)

    Bir de Rıdvancığım hakemin kağıt uçakları toplamak için dakikalarca oyalandığını falan söylemiş… ayıptır, günahtır! Oynamasın mi adamcağız uçakla, seyirci o kadar uğraşmış, zahmet vermiş:)) (sahada oynanan şeyden daha keyifli gelmiş olabilir?)

    İlk yarıdaki Karagümrük maçını statta izlemiştim. Uzuun süre 10 kişi oynadığımız maç. 1-0 öndeydik ve 8 dakika falan uzatma vermişti hakem. Birçoğu için bitmek bilmeyen bir süre. Ben içten içe sevinmiştim, 8 dakika daha izleyeceğim diye:) neden? Takım acayip bir şey oynuyordu, bir şey olmazdı ki?…

    Dün uzatma verdiğinde değil 3; 33 verse gene olmayacak gibiydi. Rakip gömülmüş, gelene gidene vuruyor. Nasıl açacaksın? Kuyruğuyla oynayan kediler gibi dönüp duruyoruz:) Haa yanlış anlaşılmasın; hocaya veya taktigine değil lafım. Daha alışma evresinde, normal… (seneye umutluyum)

    Keşke düdük, marjinal bir karar verip, “bu maçtan bi bok olmaz aga” diyerek -3 dakika erken bitireydi maçı:))

    (Küme düşme hattında bizi tokatlamayan takım kaldı mı bu sezon? Bu da “menajerimle konuşun” diyen topçuların ayıbı olsun…?)

    • Iznin olursa katılmayacağım bu küskün yorumuna yoldaş, iki sebeple..

      1- Normalde olması gerektiği gibi 4-5 dakikalık bir süremiz daha olsaydı, gol atma şansımız vardı, bence..
      Çünkü biz çok yüklenmiştik, rakip de bunalmıştı iyice..

      2- Diyelim ki biz de tükendik bittik..
      Ulan arkadaş gol atarız atamayız, sana ne..
      Sen, hakem olarak işini yap, süremizi ver bize..
      Sonrasından sana ne?..

      Sevgilerimle..
      ?????

  2. Skoda, aslında çek çeliği olarak bilinir…Çekler demir gibi sağlamdır, sağlamcıdır..
    Skoda, baş harfindeki “S” harfinin üzerinde bir nokta vardı ki aslında “”Ş” olarak telaffuz edilir.
    Şkoda diye okunur.
    Şimdi sayın hocam sen Skoda deyince benim aklıma bak neler geldi..

    Öncee, o yüz kuleli şehir denilen, masal şehir olarak tasfir edilen güzeller güzeli Prag.
    Hitler’in bombalamaya kıyamadığı tek şehir..
    Bu yüzden Orta Avrupa’da, İkinci harpten nasibini almayan tek başkenti..
    Evet hocam, efsane Prag’a gidiyoruz hazır mısın..
    Ümit ÖZAT’ın, Sparta Prag’ı Spartada yeneceğiz dediği yer 🙂

    Ne demişti Vatan Şairi,
    “Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım.
    Akşam oluyor,
    Dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer”..
    Sürgün yıllarında, Vltava suyunun kenarında “Cafe Slavia” da yazmış büyük usta en güzel aşkları ve vatan hasretini.. Onun için önce Ustanın oturduğu masaya oturup kahvelerimizi yudumlayacağız..

    Sonra, bin yıllık köprünün üstünden karşıya geçeceğiz..
    Suyun öbür tarafında bu defa “Jan Neruda” karşılayacak bizi.
    Mala strana denilen küçük mahalle’de bir bakkalın oğlu olarak dünyaya gelen Jan, kendisinden sonraki kuşağın en büyük ilham kaynaklarından birisi olarak hayata gözlerini yumduğunu anlatacak..
    Ve işte o esnada, Pablo Neruda’nın neden soyadını Neruda olarak değiştirdiğini anlayacağız.
    Veinte poemas de amor y una canción desesperada -Yirmi aşk şiiri ve umutsuz bir şarkı isimli eserini artık daha anlamlı okuyacağız..

    Haaa bu arada , çok şaşıracağız hocam.
    Zira sokaklar yüz hatta iki yüz yıllık evler ve dükkanlar ile dolu. Hani derler ya “adam yüz sene sonra mezarından kalksa vallahi evini de bulur, yemek yediği restaurantı da bulur” gerçekten öyle hemde eliyle koymuş gibi.. Bence adamlar çok saf gerçekten. Hiç birinin aklına eskileri yıkıp, yerine modern binalar avm ler falan yapmak gelmemiş hocam..

    Neruda sokağının sonunda ise bir romatik bir delikanlı karşılayacak bizi.
    Hani o Milena’ya mektuplar yazan, gerçekçilik ile fantastikliği harmanlayan efsane Bohemyalı..
    İnsan 40 senelik ömrüne ne kadar şey sığdırabilir ki sorusunun cevabını arayacağız beraber….
    “En kötü şey öldürmeyen acılardır”.
    “Avunacak bir şeylerde bulamıyorum gözlerinde artık”.
    “Benim yalnızlığım insanlarla dolu”.
    “En kötüsü de sahip olamadığın şeylere ait olmandır”.
    “son günde ilk günkü gibi beklerim Milena”.
    sonra ben yeter amq kalkalım bu adam öldürecek bizi diyeceğim..Kafka ile vedalaştıktan sonra hocam,

    Bak bu çeklerin kızları, biraları av hayvanları vs çok güzldir.. istersen bu kadar edebiyat yeter deyip alemlere dalalım. İstersen başladığımız gibi devam edelim.. Sen karar ver.

    Haa Hakem diyorduk.. tuz kokmuş be hocam, üç dakikanın lafı mı olur..

    Tüm dostlara sonsuz bir merhaba..
    Topunuzu en kalbi duygularımla selamlarım..

    17
  3. Vay, vay, vay vay
    ve de vay!..
    @umutco hocam, n’aaptın sen be abi?..

    Nasıl güzel, nasıl harika, nasıl muhteşem bir yanıttı bu böyle..
    Aşk olsun, yeminle..

    Prag deyince,
    Kısmet oldu bir kere..
    İlk yurt dışı gezimde gidip görmüştüm o güzeller güzeli kenti..

    Eski kent bölgesinden merkez meydandaki saat kulesine doğru dolaşa dolaşa yürürken aklım çıkmıştı her adımda..

    Her bina bir sanat eseriydi çünkü..
    Koca bir kent, tümüyle bir açık hava müzesiydi adeta..

    Her evin duvarında resimler, rölyefler..
    Pencerelerin, balkonların üzerinde gargoyleler..
    Çatılarda heykeller..

    Nereye bakacağımı şasırmıstım..

    Merkezdeki meydana doğru yürürken Barut Kulesi civarında, yolun solunda, tümüyle kitapçı olarak kullanılmakta olan iki(ya da üç) katlı eski ve büyük bir binaya girip kitaplar arasında kaybolmuştum..

    O güne kadar gördüğüm en muhteşem köprünün, Karl Köprüsü’nün üzerinde hayranlıktan serseme dönmüş bir vaziyette bir aşağı bir yukarı yürümüştüm..

    Güneşin de kendine düşeni yaparak gökyüzünü kızıla boyadığı bir akşamüstünde, alacakaranlığın geceye dönüşmesinin büyüsünü yaşamıştım..

    Gezinin son gününde, artık geriye dönerken
    “Dünyada buradan daha güzel bir kent olamaz..” diye düşünmüştüm..
    Ama,
    St. Petersburg’u görmemiştim henüz, elbette..

    Çek mallarının sağlamlığı konusunda haklısın hocam..
    Kendi konusunda ülkenin en iyi ustalarından biri olan rahmetli babam da hep aynı şeyi söylerdi bana..
    “Çek malı gördün mü, gözün kapalı al evladım..” derdi..

    Ne var ki bu söz (belki de sadece) Skoda kamyonetler konusunda geçersiz kalmaktaydı Umut hocam..
    Çünkü bildiğin kötü üretimdi onlar..

    Gerçi şimdi hakkını yemeyelim, Polonya malı Warszawa kamyonetler Skoda’dan da kötüydü, o başka..??

    Son olarak Çek kızları meselesine girecek olursak..???



    Boş ver gitsin istersen..
    Girmesek daha iyi olacak galiba..
    ?????

    Selamlar, sevgiler canım hocam..
    ?????